2 Aralık 2007 Pazar

Amerika'da Giderek Artan Ahlaki Dejenerasyon

Amerika’ya dair genellemelerden kaçınmaya bilhassa dikkat ediyorum. Ancak, bazı durumlar var ki bizimle ya da geçmiş zamanla kıyaslandığında insana bu kadar da olmaz, ya da bu işin sonu nereye varacak dedirtebiliyor. Ahlaki gidişata dair gözlemlerim de beni çoğunlukla bu düşünceye sevk ediyor.

Ahlaki çözünmede televizyonun etkisi
İlk geldiğim günleri hatırlıyorum, ilk yaptığım şey televizyon kanallarına göz atmak olmuştu. Malum, Türkiye’de medya, iyi de olsa kötü de olsa Holywood yapımı pek çok yapımı yayınlamaktan geri kalmıyordu. Bir aralar, gençlik dizileri revaçta idi ve bu dizilerde kullanılan dil pek çok defa uygunsuz olmakla itham edilmişti. Özellikle de lise çağındaki gençlerin kız-erkek ilişkileri bakışları, çılgın partiler ve Amerikan Pastası filmi kültürü de buna eklendiğinde Türkiye’den bakıldığında ipe sapa gelmez bir Amerikan gençliği görüntüsü mevcut idi. Peki, buraya gelince ben neler gördüm.
Amerikan toplumu, çoğunlukla ev-iş-eğlence mekanı arasında mekik dokuyan bir toplum. Bu yetişkinlerde böyle olduğu gibi, çocuklarda da pek bir fark gözetmiyor. Arabaya bağımlı hayatlar süren bu insanlar, vakitlerinin büyük bir kısmını da evde geçiriyorlar. Bunu, çeşitli defalar, sokakların ıssızlığından dem vurarak dile getirmiştim. Evde oturanlar için de yapılan araştırmalara göre bir numaralı aktivite televizyon seyretmek, ardından da evde film keyfi yapmak geliyor.
Televizyon yayınlarına baktığınızda, Türkiye ile kıyaslandığında aşırı derecede rahatsız edici şeylerle karşılaşmıyorsunuz. Elbette, aile için uygun diye sunulan programlar bizim kültürümüze göre pek de uygun olmayabiliyor, ancak aşırılıkların olmadığını söylemek mümkün.
Televizyon yayınları konusunda ciddi bir denetim de söz konusu bu ülkede. Ayrıca, gerekli ayarları yaptığınızda uygunsuz sahnelerde yayının kesilmesini bile sağlayan bir sistem de mevcut. Yetişkinlere yönelik yayın yapan kanallar da üyelik gerektirdiği için aile içine kolayca sızamıyorlar.
Sanırım, ekrandan taşan en büyük dejenerasyon, müzik kanalı iddiasında olup da bir sürü abuk subuk programlar yayınlayan MTV ve VH1 gibi kanallar oluyor. Kimi zaman, video klipler rahatsız edici olabiliyor, bol küfürlü şarkılarla muhatap kalabiliyorsunuz. Ya da bir günlüğüne randevulaşan çöpçatan programları ile ufkunuzu genişletebiliyorsunuz. Her iki durumda da ekran bantları ile uygunsuz görüntüler ya da küfürlü konuşmalar sansürleniyor ve aşırıya gidilmiyor.
İnternet Çağı
Buraya kadar, meselenin ülkemizden pek bir farkı yok.Ta ki, internet her yanı örümcek ağı gibi sarana kadar. İnternet, tehlikeleri itibariyle elbette Amerika ya Türkiye fark etmiyor. Ne var ki, burda çocukların hemen hepsi kendilerine ait bir odaya ve lap top bilgisayarlara sahip olunca durum değişebiliyor. Özellikle de erken yaşlarda çocukların myspace türünden arkadaşlık sitelerinde sınır tanımadıklarına şahit oluyorsunuz. İşin içine uygunsuz fotoğraflar, videolar ve parti çılgılıkları da eklenince durumun vehameti artıyor. Özellikle de lise döneminde özgürlüğünü eline almış gençler, ilişkiler anlamında ya da kendilerini afişe etme yönünde ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Abartmış sayılmazsak eğer, orta okul çağındaki çocuklarda bile ‘sevgili’ si olmayana pek iyi gözle bakılmıyor burada.
Toplu mekanlar
Amerikalıların hayatlarının çoğunun evde geçtiğini söylemiştik. Peki, arta kalan zamanlarda bu insanlar ne yapıyorlar. Yazının muhtevası gereği, gençleri ele alacak olursak, cafe-disco-bar, alışveriş merkezleri, sinema ve oyun salonları en çok rağbet edilen yerler olarak sıralanabilir. Bununla ilgili ilginç bir anımı da yeri gelmişken anlatayım istiyorum ki az çok kafanızda netleşsin:
Bowling oynamak için gittiğimiz mekanın aynı zamanda bir bar olduğunu içeri girince öğrendik. Bowling kısmına geçmek için bu bar bölümünden dolaşmamız gerekiyordu. İçerde içki içen insanları gördük. Az sonra bowling için ayrılan bölümde çocuklu ailelere rastladık. Bir de 14-15 yaşlarında olan üç kişilik bir kız grubu vardı. Bu gruptaki kızlar, kendilerinde yaşça hayli büyük erkeklere asılıyorlardı. Sonra da gidip barda oturduklarını gördük. İçki içmelerine müsaade edildiğini sanmıyorum, ama bu tip ortamlara rahatça girip çıkmaları meselenin boyutları hakkında sanırım ip ucu verebiliyordur.

Radyo yayınları
Prensip olarak, yalnızca müzik yayını yapan radyo kanallarının görüntülü medya organlarından daha az tahribata yol açacağı zannedilebilir. Oysa, bu ülkede bu tam tersi. Kendime en yakın bulduğum müzik tarzı rock olduğu için, rock müzik yayını yapan radyoları listeme eklemiştim. Bir gün, müzik aralarındaki konuşmalara kulak kabarttığımda hiç de hoş olmaan diyaloglarla karşılaştım. Gecenin çok de geç olmayan saatleriydi. Radyoya konuk olarak dansçı bir kız katılmıştı, yayında cinsel fantezilerinden tutun da, üzerine ne giydiğine dair her şeyi rahatlıkla konuşuyordu.
Bir başka defasında, radyonun takvim hazırladığını söylüyorlar, satış yerlerinde takvim kızlarıyla tanışabileceğinizden söz ediyorlardı. İlgili radyonun web sitesinde takvimlerin nasıl çekildiğinden tutun da, dinleyicilerin yolladığı yarı çıplak resimler arz-ı endam ediyordu.
Yine bir başka radyonun akşam kuşağında hep belden aşağı konuşmalar geçiyor ve yine web siteleri yazdan kalma ıslak tişört yarışmalarının resimleriyle doluydu. Anlayacağınız, bu radyoları dinlemekten de bir süre sonra vazgeçmek durumunda kalmıştım.
( Tasvirlerden ötürü kusura bakmayın, ayrıca ilgili yerlere bağlantı vermemeyi de uygun görüyorum )

Yetişkin mağazalarıAmerika’da dikkat çeken bir diğer husus da yetişkinlere yönelik mağaza ve ürünlerin ulu orta yerlerde yer alması oldu. Örneğin, video kiralamak için girdiğiniz dükkanda, her türden videoya ulaşmanız mümkün olmakla birlikte, içeride 18 yaşının altında çocuklar görmeniz işten bile değil. Ayrıca, yol kenarlarında yalnızca yetişkin videosu satan dükkanlar da pembe renkleri ve devasa tabelalarıyla gözlerden kaçmıyor. Bu konuda en abartılı ilan panosu, yine bir defasında yol kenarında gözüme ilişen bir Gece Kulübünün içeride olup bitenlere dair kullandığı ifadelerdi ki, yoldan geçen kimsenin bunları fark etmemesi mümkün değildi.

Günlük hayattan münferit olaylar
Magazin basınında olan bitenlere belki hiç değinmemek lazım. Siz zaten her şeyi aynelyakin Türkiye’den de takip ediyorsunuz. Paris Hilton, Britney Spears ve Angelina Jolie’nin genç kızların en çok kendilerine örnek (!) aldıklarını belirteyim yeter. Lakin, geçenlerde karşılaştığım bir konu da pes yani dedirtmişti.
Amerika’da ahlaksızlığın kabul görmediği yer ve mekanlarda bulmanız mümkün. Örneğin geçtiğimiz aylarda Southwest havayollarına mini etekle binmeye çalışan bir genç kız, kıyafeti diğer yolcuları rahatsız ediyor denilerek uçağa alınmamıştı ve bu konu magazin basınında hayli tartışılmıştı. Ardından, bu kız kendine yakışanı yaptı ve Playboy dergisine bol sıfırlı bir rakam karşılığında çıplak pozlar vermeyi ihmal etmedi. Sanırım eline geçen fırsatı bundan daha iyi bir şekilde (!) de değerlendiremezdi.
Karşılaştığım diğer bir ilginç olay da, basket maçı arasında ponpon kızlardan birinin, orta okul çağlarında bir çocuğun kucağına oturması ve çocuğu dudaklarından öpmesi oldu. Burada, ponpon kızların kıyafetinin nasıl olduğuna ya da, devre arasında nasıl bir şov sergilediklerine değinmiyorum bile.
Sonuç
Efendim, anlatmak istediklerim elbette bununla sınırlı değil. Ben yalnızca, yönünün batıya çevirmiş bir ülke olarak önümüzdeki yıllarda ne gibi durumlarla karşı karşıya kalacağımızın hatırlatmasında bulunmak istedim. Bilemiyorum tabii, her kültür bu tarz bir denejerasyona ne kadar müsaiittir ve insanlar acaba hangi noktadan sonra bu sınırı geçmenin tehlikelerinden söz ederler? Ancak, bildiğim bir şey varsa o da genel olarak dünyada teknolojiye paralel olarak gidişatın hiç de iyi olmadığı diyebilirim.

25 Kasım 2007 Pazar

Yine, yeniden Baltimore

Amerika’ya geldiğimde kaldığım ilk yer olması ve güzel arkadaşlıklar kurduğum bir şehir olarak aklımda kalması sebebiyle Baltimore’un benim için hep özel bir yeri vardır. Her ne kadar pek çokları bir Türk’ün Baltimore gibi bir yerde ne işi var şeklinde düşünse de güzel yanlarından bakıldığında Baltimore yaşanabilir bir kent gibi durabiliyor.
Dört günlük Thanksgiving tatilini fırsat bilerek yanımda sürüklediğim üç beş kişiyle koyulduk Baltimore taraflarına. Bu kez niyetim, iki ay kadar kaldığım bir şehrin en önemli sembollerinden biri olan Akvaryumunu gezmek ve epeydir özlemini çektiğim şehir hayatını bir nebze tatmaktı.
Thanksgiving (Şükran günü) pek çok Amerikalı için bizdeki Bayram geleneğine benzer bir anlam taşıdığı için bu zaman diliminde yollar kalabalık, alış veriş merkezleri de hınca hınç dolu oluyor. Hatta, Black Friday denilen tatilin ikinci günü inanılmaz indirimler söz konusu olduğundan insanlar mağaza önlerinde beklemeye bir gece önceden başlıyorlar. Bu yüzden, bu zaman dilimlerinde bir tatil ya da ziyaret düşünüyorsanız çok önceden gezinizi planlamanız lazım.
Bu sefer, en azından son dakika sürprizleriyle karşılaşmamak için geziyi önceden planlayayım dedim. Tıpkı bir Amerikalının yaptığı gibi, Akvaryum biletlerini internet üzerinden sipariş ettim, yakınlarda otopark varmı diye araştırma yaptım, araba kiralama servisini bir kaç gün önceden aradım ve gideceğim güzergahtaki tüm noktaların haritalarını tek tek yanıma aldım. Buraya kadar her şey tamam gibi gözüküyordu.
Akvaryum öncesiplanlarımda hemen yürüyüş mesafesinde olan Afgan Kebab’ta yemek yemek vardı. Ancak bilmediğim başka bir adrese taşındığından bu planım suya düştü. Biz de düştük şehrin sokaklarına yemek yiyebileceğimiz bir mekan arıyoruz. Charles Streer boyunca giderken, park edecek yer bulamadığımız için iki Subway restoranını kaçırdık. Ardından, gözümüze Indian-Pakistani fooz yazan bir lokanta ilişti. Hemen içeriye daldık ve bol baharatlı Pakistan yemeklerinden yemek için sabırsızca beklemeye başladık. Yaklaşık bir saat kadar bekledikten sonra, ki adam bize 15-20 dakika sürer demişti, pilavsız salatasız kuru kuru ekmek kebab yedik ve mekandan ayrıldık. Bu lokantanın tek olumlu yanı hemen yanıbaşında mescid bulunmasıydı.
National Aquarium
Bilmiyorum daha önce Akvaryum görme fırsatınız oldu mu. Ama bir gün yolunuz bu taraflara düşerse Baltimore’daki bu heyecan verici su altı müzesini şiddetle tavsiye ederim. Neler yoktu ki Akvaryum’da. Gerçeğini aratmayn yağmur ormanlarından Avusturalya’nın timsahlarla dolu nehirlerine, köpek balıklarıyla dolu havuzdan kurbağa sergisine kadar pek çok ilginç canlı burada bir arada. Akvaryum’un bir de klasikleşmiş özel gösterisi var ki yer kalmadığı için ayakta izlemek durumunda kaldık: Yunus gösterisi. Hani şu televizyonlarda izlediğimiz eğitimli yunuslar var ya, işte onlar. Merak edenler için web sayfası www. aqua.org
Akvaryum’dan çıkınca biraz liman kenarında dolaştık, üst geçitten geçtik, Pratt Street Pavillion denen alışveriş mağazasının reyonlarına baktık, bir kaç hediyelik eşya aldık ve böylece bir Baltimore gezisi daha sona ermiş oldu.

23 Ekim 2007 Salı

NPR’da Kurtlar Vadisi ve Amerikan kamuoyunda Ermeni Yasa Tasarısı

Türkiye’de sıcak bir gündem tüm dünyanın gözlerini bir anda ülkemize çevirmiş durumda. Öyle ki, Amerika’da bile haber kanallarında ilk sırada Türkiye Başbakanı İngiltere’de şunları söyledi tarzından haberler yer alıyor. Dünya ve dünyanın merkezi Amerika’da siyasi gündem Türkiye’yi yöneten liderlerin ağzından çıkan bir çift söze kilitlenmiş durumda. Haber programları, tartışma programları bölgeyi daha yakından inceleme altına alarak konuyu derinlemesine tartışır hale geldiler.
Geçtiğimiz günlerde NPR radyosunda rastladığım bir diyalogda Irak’taki gelişmeler tartışılırken konu birden Valley of The Wolves (Kurtlar Vadisi) filmine doğru kaydı. Filmin Türk insanı üzerindeki etkileri ve olayların filmin senaryosuyla taşıdığı benzerlikler tartışılıyordu. Yüzümde birdenbire gülümsemeye neden olan bu diyalog, bana Amerikan kamuoyunun son dönemde gelişmeleri ne kadar yakından takip ettiğinin de ipuçlarını veriyordu.
Amerika’da ‘sözde’ Ermeni soykırımının kongrede gündeme gelmesiyle birlikte halk arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkmış durumda. Konuyu taraflı bir şekilde ele alan Los Angeles Times gazetesinin internet sitesine bırakılan okuyucu yorumlarından bazılarını aktarmak istiyorum:
Bir okuyucu, Amerika’nın bu konuda taraf olmasını istemediğini söylüyor. Nasıl ki, Irak’ta Amerikan Ordusu ne arıyorsa, bu konuda da Amerika’yı doğrudan ilgilendirmediği için taraf olunmaması gerektiğini vurguluyor.
Bir diğeri, soykırımın asla affedilmemesi gereken bir suç olduğunu ve bu sebeple kongre kararını desteklediğini belirtirken, bir başkası ise Türkleri tanıdığını, Osmanlı Devleti’nin böyle bir niyeti olsaydı bunu seneler öncesinden sistemli bir şekilde yapabilecek güce sahip olduğunu ve konunun tarihi kaynakların iyi bir şekilde incelenmesinden sonra tartışılması gerektiğini savunuyor.
Sanıyorum, tüm bu görüşler Amerikan toplumunun ülkemizde sanıldığı kadar dünyayı takip etmekten geri kalmadığının da bir göstergesi. Ancak hatırlatmadan geçmeyelim, Los Angeles Times gazetesinin Ermeni soykırımı ifadesini kullanmasında California eyaletinde 300bin dolayında Ermeni yaşıyor olmasının payı büyük. Bu yüzden yazıyı kaleme alan kişinin Ermeni olması, Ermeni dostlarının olması ya da Ermenileri Türklerden daha iyi tanıyor olması da göz ardı edilemez. Yeri gelmişken, bu bölgede yaşayan Ermenilerin de Amerika’da uydudan yayın yapan Türk televizyonlarını takip ediyor olmaları bizleri şaşırtan bir diğer konu.
Özetle, Türkiye’de olup bitenler bir şekilde Amerika’da yankı buluyor ve bizler kendimizi ifade edebildiğimiz sürece gerek Ortadoğu’da gerekse de Ermeni soykırımı meselesinde sözüne daha fazla itibar edilen bir toplum olabileceğiz.

21 Ekim 2007 Pazar

Nj Sahilleri

New Jersey’nin orta kıyı şeridine ismini veren Ocean County’nin web sayfasında gördüğüm Deniz Feneri resminin cazibesine kapılarak yeniden yollara düştüm. Bu kez güzergah,önce doğuya ardından da kuzeye olmak üzere yaklaşık 150 kilometrekarelik bir alanı kaplayacak şekilde bir daire çizmekti.
Aslında asıl niyetim, Bayville taraflarında bulunan bir kamp bölgesini gezmek ve ilerisi için buraya gelinebilir mi türünden bir keşif turuna çıkmaktı. Ancak, yol boyunca beklenmedik pek çok doğa harikasıyla karşılaşınca mola sayımız arttı ve yolculuğumuz hem renkli hem de yorucu geçti.
Hammonton kasabası dolaylarında yolun iki taraflı arabalarla kaplı olduğu bölgeden geçebilmek için neredeyse yarım saatimizi harcadık. Batsto tarihi köyü tabelalarını da görünce dönüşte mutlaka buraya uğrayalım diyerek yönümüzü kuzeye çevirdik. Bu kez yol boyunca nehirler ve göllerden geçerken bir yandan manzaranın tadını çıkarıyor bir yandan da görülebilecek nereler vardır diye gözlerimizi dört açıyorduk.
İlk durağımız, asıl yola çıkış niyetimizde de olan Cedar Creek Kamp alanı oldu.
Kamp yerine vardığımızda ortalıkta kimselerin olmadığını görünce sezonun bittiğini anladık. İzin isteyip kamp alanını gezdik. Orman içinde, daracık patika yollardan geçerek dolaştığımız bu bölge, küçük tahtadan kulübeleriyle izci kampları için ideal bir alan gibi gözüküyordu. Çadır kurma, karavanla kalma gibi seç enekleri de olan kamp yeri beraberinde kano ve bot seferlerine imkan veren nehri de içeriyordu.
Bir sonraki durağımız, okyanus kıyısında upuzun sahil şeridiyle kendi halinde küçük bir ada olan Long Beach Island oldu. Adayı kere parçasına bağlayan köprü üzerinden seyretmenin ayrı bir keyfi olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Daha önceleri gezdiğim plajlarla kıyaslandığında, dalga kıranların olmadığı, tahta yürüyüş yolunun da ihmal edildiği bu bol dalgalı kumsalda biz de yapılabilecek en keyifli şeyi yaptık: Ayakkabılarımızı çıkardık ve kumlarda çıplak ayakla yürüdük. Ekim ayının neredeyse bitmek üzere olduğu şu günlerde, surf yapmaya, güneşlenmeye ve özellikle de balık tutmaya gelen insanları görünce hayli şaşırdık. Aslında hava rüzgarlı olmasına karşın, kumsalın halen sıcak olduğunu hissedebiliyorduk.
(Eve dönünce adanın web sayfasından indirdiğim martı ve dalgaların seslerini de sizlerle paylaşmak istedim)
Uçsuz bucaksız okyanusun maviliğini doya doya seyrettiken sonra bu kez, yol üzerinde gördüğümüz diğer turistik yerlere doğru yola koyulduk. İlk olarak Batsto tarihi kasabası yakınlarında bir göl kenarındaki piknik alanını ve hemen yolun karşısındaki biraz ıssız gibi görünen kamp alanlarını gezdik. Ormanın içinde bizden başka kimselerin olmadığı hissi bizi biraz endişeye sevk etti ve bu bölgeden ayrıldık.
Batsto tarihi köyünün hemen ilerisinde Wharton eyalet ormanına girdik önce. Amerika’da ilk defa tali bir yolda gidiyor olmanın verdiği heyecanla ormanlık bölgede epeyce ilerledik. Baktık ki, karşımıza çıkan ne bir bina, ne bir göl ne var ne de ormanın ne zaman biteceğine dair bir tabela. Toprak yol devam ediyor ve bir türlü bitmek bilmiyor. Bir ara ormanın içinde sağa sola bir kaç manevra yapıp acaba değişik yerler var mıdır diye araştırırken en eyisi kaybolmayalım diyerek geldiğimiz yoldan geri döndük. Hız limiti de dahil olmak üzere hiç bir tabelanın olmadığı bu orman bizi hem şaşırttı hem de Türkiye’nin yollarını andırdığı için sevindirdi. Ormanın içinde sadece bir kamp yeri dikkatimizi çekti ve kendi aramızda gece burada kalmak yürek ister yorumlarını yaptık.
Ve yolculuğumuzun son durağı: Tarihi Batsto köyü. Amerika’da herhangi bir yerleşim yeri ya da binalar tarihi olarak adlandırıldığında hep tebessümle yaklaşmışımdır. Zira, Amerikalılara tarihi gelen bu yerler yaklaşık 300 senelik bir geçmişe sahip olduğu ve bizim hali hazırda köylerde kasabalarda kullandığımız binaları anımsattığı için bana hiç de tarihi gelmiyor. Yine de, merakımızı giderme adına sözü edilen yerleri gezmeye karar vedik.
Bu kez, Williamsburg’tan farklı olarak yerleşim yerinin küçüklüğü dikkatimi çekti. Belki Amerika’nın ilk yerleşim yeri değildi ama kendi halinde küçük de olsa sevimli bir tarihi beldeydi burası. Etrafta dikkatimizi çeken, tavukların bulunduğu bir kümes, ortamı panayır yerine dönüştüren satıcılar, ormanlığa doğru uzanıp giden bir göl gerçekten görülmeye değer denilebilir.
Ayrıntılı bilgi ve fotoğraflar için tarihi bölgenin web sayfasını gezebilirsiniz.
http://www.state.nj.us/dep/parksandforests/parks/wharton.html
http://www.batstovillage.org/



7 Ekim 2007 Pazar

Anne ya da Leyla

Reis bey ve Kelebekler Sonsuza Uçar filmlerinden sonra peşine düştüğüm Mesut Uçakan’ın son filmlerinden biri olan Anne ya da Leyla’yı nihayet izleyebilme imkanı bulabildim. Mesut Uçakan, en son 1995 yılında Ölümsüz Karanfiller’i çevirdikten sonra uzunca bir süre ortalarda gözükmemişti. Bu nedenle, yönetmenin olgunluk çağlarının bir meyvesi olacağına inandığım bu filmi kaçırmak istemedim.
Anne ya da Leyla, annesi ve sevgilisi arasında tercih yapmak durumunda kalan bir gencin dramını anlatıyan bir filmin adı gibi geldi önce. Ardından, hikayeyi okuduğumda farklı bir maceraya doğru sürükleneceğim heyecanıyla filmi izlemeye koyuldum.
Filme dair yapılabilecek en genel değerlendirme, filmin kendine has bir uslubu olduğu denilebilir. Öyle ki, film yer yer geçmişe götüren, yer yer de gelecekten kesitler sunan akışıyla çok zamanlı bir senaryoya sahip.
Oyunculuklar açısından ele alındığında, Mesut Uçakan yine bir manken kızımızı başrole oturmayı tercih etmiş. Ancak bu sefer, yalnız değilsiniz filmindeki gibi arayışa yönelmeye filan kalkmıyor başrol oyuncumuz. Aksine, filmin az bir kısmında yer aldığı için adeta konuk oyuncu muamelesi de görüyor izleyici tarafından. Ha bir de, bu filmin medyada geniş yer almasında bu manken/şarkıcı hanım ablamızın da hiç yabana atılmayacak kadar katkısı olduğunu da unutmayalım.
Filmi götüren hiç şüphesiz minik oyuncu Oğulcan ile Turgay Başyayla olmuş. Başyayla, saf ve temiz Anadolu gencinin İstanbul kenti ile kesişen mücadelesini başarılı bir şekilde sahneye yansıtmış. Oğulcan da her ne kadar ‘budur’ dedirtecek kadar olmasa da rolünün hakkını vermiş denilebilir.
Filmin müzikleri, en az Mesut Uçakan kadar hasretle beklediğimiz Gündoğar’a ait ve filmin bir kaç sahnesinde türkücü Gökmen de elinde sazıyla İstanbul sokaklarında türkü söylerken görülüyor.
Mesut Uçakan, bu filminde de mesaj kaygısını arka plana atmamış. Belki de, bu defasında daha genel bir izleyici kitlesine hitap edip mesajını milyonlara iletme kaygısına düşmüş de denilebilir. Mesaj kısmından ise benim anladığım, İstanbul’dan hareketle artık dünyanın iyice yaşanmaz bir hale doğru sürüklendiğidir. Hayat kadınları, arka sokaklar, canına kasteden travestiler, erkek çocuklarını kanun dışı filmlerde oynamaya zorlayan eli silahlı adamlar ve sokağın onca kalabalığı içinde kaybolup giden iki hayalperest. Belki de son söz olarak hayat kadınları diye bildiğimiz, Tolstoy’un Diriliş romanına ise genel kadın diye tabir edilen kadınların da birer insan oldukları, hatta kimimizin Annesi kimimizin de Leylası olabileceği akıllarda kalıyor. Ve tabii bir de filmin sloganı: Dedi ki, herkesin bir Leyla’sı vardır.
Filmin web sayfası: http://www.anneyadaleyla.com/

Yeniden Türk Sineması

En son Polis filmiyle mola verdiğim Türk filmleri rüzgarına dün akşam itibariyle yeniden dönmüş bulunmaktayım. Belki biraz vakit ayırabildiğimden belki de gazetede haberini okuduğum NewYork Türk Fimleri festivalinin de etkisiyle bir kaç Türk filmi elime geçince değerlendireyim istedim. Bu yazıda Babam ve Oğlum, Dondurmam Gaymak filmlerini kendi penceremden bakarak tenkit etmeye çalışacağım.

Babam ve Oğlum

2006 başlarıydı ben Amerika hazırlıklarına başladığımda. O dönem, Türk sinemasını adeta zirveye taşıyan bir film, Babam ve Oğlum sinemalardaydı. İzleme fırsatı bulamadığımdan, hiç olmazsa yanımda Cd’sini götürür Amerika’da izlerim diye düşünmüştüm. Son bir kaç günde yolda geçerken bir işportacıdan 2 YTL’ye almıştım sinema kaydı kalitesiz bir kopyasını. Amerika’ya geldiğimde ikinci CD’nin bozuk çıkmasıyla az kızmamıştım, hem kopya CD satan işportacıya hem de korsana ortaklık eden kendime. O gün bugündür, Babam ve Oğlum filminden ne zaman söz açılsa bir türlü ikinci yarısını görememiş olmanın ızdırabı saplanırdı bir yerime ta ki dün akşama kadar.

Azm ettim, aradım taradım, interneti altına üstüne getirdim, Babam ve Oğlum’un güzel bir kopyasını temin ettim. Dün akşam da keyifle izledim. Şimdi gelelim film yorumlarıma:

Evvela, filmin duygusal dokusuna söylecek sözüm yok. Film, izleyenleri ağlattığı kadar varmış gerçekten. O yılları yaşayan bir kuşak öncesinin elbette ki filmden aldığı haz bizimkiyle kıyaslanamaz. Ancak, bizim kuşağa daha yakın duran Çağan Irmak, darbe yıllarının etkisini insani değerler üzerinden oldukça iyi ele almış diyebilirim.

Oyunculuklara gelince: Kadro itibariyle göz doldurması gereken filmde, Deniz rolünü ustalıkla kıvıran ufaklık ve Çetin Tekindor dışındakilere tam not veremiyorum ne yazık ki. Yetkin Dikinciler’in salak oğlan tiplemesine hiç gitmediğini, özellikle hastane kantininde ağlama sahnelerinde yapmacık göründüğü iddiasındayım. Hümeyra’nın ve diğerlerinin de Ege ağzını çok da iyi kullandıklarını söyleyemem. Yer yer İstanbul Türkçesi’ne kaçan konuşmalar – belki Egeli olduğumdan- bana oldukça kulak tırmalayıcı geldi. Her ne kadar, filmi birlikte izlediğim arkadaşlarım şive farklılığını hissetmediklerini söyleseler de, ben Özge Özberk’in filmde kısa süreliğine dahi olsa görünüp doğru dürüst Ege ağzıyla konuşamamasına şaştım kaldım. Acaba diyorum, bu insanlar film çeklmeden önce şöyle bir altı ay kadar bu yörede kalıp dili iyice yalayıp yutup ondan sonra mı oynamalılarmış?

Netice itibariyle, bu saydığım bir kaç küçük ayrıntı haricinde, yakın geçmişimize ışık tutması, bir de madalyonun öbir tarafını göstermesi açısından izlenmesini faydalı buluyorum.

Dondurmam Gaymak

Yerel tadlar arayışım devam ederken, geçen senenin aklımda kalan yapımlarından biri de bu filmdi. Nihayet izleme fırsatı buldum ve filmi acımasızca eleştirme kararı aldım, üstelik yurtdışında pek çok ülkede gösterildiği gerçeğini öğrendiğim halde.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminden sonra, Ege şivesine bu denli yaklaşabilen başka filme rastlayamadım. Sanırım bu hususta, oyuncuların yerelliği oldukça büyük bir handikap. Babam ve Oğlum bu handikapı sanıyorum güçlü oyuncularla aşmaya çalışmış. Dondurmam Gaymak ise her iki filmin arasında duruyor. Hem deneyimli oyuncuları, hem de yerel tiplemeleri başarıyla bir arada tutabilmiş. Ancak, bu demek değil ki, filmi tavsiye ediyorum.

Filmde bazı unsurların özellikle gözümüze sokulmasından rahatsızlık duydum. Şöyle ki, rüyasından kalkan dondurmacını gün boyu cenabet (filmde bu şekilde geçiyor) bir vaziyette dolaşması, bu lafın ikide bir d tekrarlanması, hatta camiye gelen çocuklar arasında alay konusu olması beni pek hoşnut etmedi ne yazık ki. Hatta, filmin bir yerinde plajdaki üstsüz bayanlara odaklanan kamera ise, adeta TeleVole programı izliyormuşum hissi uyandırdı bende. (Yeri gelmişken, Amerikan plajlarında üstsüz bayanlara rastlamadığımı da burdan hatırlatayım istedim)

Filmde tipik bir Ege insanının hayatı böyledir gibi bir mesaj veriliyorsa ben buna da karşıyım. Sabah cunüp olarak işe giden, plajda üstsüzleri dikizleyen, akşam meyhanede kafayı çeken, sonra sabah namazına camiye giden bir kimse, kesinlikle ‘Aslında bizim insanımız böyledir: Namazını da kılar, içkisini de içer’ katakullisine alet edilecekse ben yokum.

Filmin cami sahnelerine sıra geldiğinde, içimden bu kez yine Takva filmindeki gibi klasik Türk Sineması Hoca tiplemesi ile karşı karşıya kalmasak dedim. Önce aklı başında biri larak sunulan cami hocası lafı nasıl olduysa döndürüp dolaştırıp cenabet kelimesine getirdi ve yine bizim dini hassasiyetlerimiz alay konusu edilmiş oldu.

Filmin göstere göstere ÖDP propagandası yapması ise, hiç anlamadığım kısımlarından biriydi. Üstelik Kültür v eTurizm Bakanlığı’nın katkılarıyla hazırlanan bir filmde, siyasi bir partinin hem bayrağının hem de ideolojisinin yer alması, sinemayla hiç bağdaşır gibi de gelmedi bana.

Filmin siyasi göndermeleri yalnızca bununla sınırlı değildi. Türk Halkının yüzde 60’I aptal diyen gazeteciye hak veren söylemler ve Yılmaz Güney filmlerine düzülen methiyeler de bu siyasi tarafgirlikten nasibini almış gibi gözüküyordu. Yeri gelmişken, karakolda kömünizm lafını duyunca deliye dönen polis memurunu da unutmamak lazım.

Netice itibariyle, çok da sırıtmayan Ege şivesiyle bu filmden geriye kalan: Zeybek TV ile yerel kanalların ilk zamanki nostaljileri, ihtiyar amcanın filmin sonlarına doğru verdiği güzel mesajlar, Tolga Çandar’ın oyunculuk denemesi ve Baba Zula’nın müzikleri oluyor. Ailecek izlenmesi tavsiye edilmez.

3 Ekim 2007 Çarşamba

Amerika'da Yahudiler

Herşey bundan bir kaç ay evvel dünya kültürlerine dair araştırma yapmaya heveslenmemle başladı. Bu yeni merakımın arka planında yatan başlıca nedenlerden biri hiç şüphesiz dünyanın dört bir tarafından göç ederek bu topraklarda yaşamaya başlayan birinci kuşak göçmenlerdi. Yani, hala ana dili kendi dili olan ve her halinden göçmen (immigrant) olduğu belli olan vatandaşlar. Madem bu kadar farklı milletten insan bir arada yaşıyordu ve benim ömrü hayatım boyunca bu ülkeleri dolaşmaya imkanım yoktu, o halde birinci ağızdan bu insanların kendilerinden hiç olmazsa kendi kültürlerine ait üç beş şey öğrenmeliyim diye düşündüm. Ve işe önce dini inançlardan başladım.

Ön Yargılar ve Kökleşmiş Kabuller

Müslüman bir toplumda yetişip Amerika'ya yerleştiğinizde sizi en çok şaşırtan yahudilerle olan ilişkileriniz oluyor. Öyle ki, o güne kadar hep lanetlenmiş topluluk, masonik bağlantılar ve bugüne kadar yazılmış onlarca komplo teorisi dolu kitaplar sayesinde aslında hiç bir bilgi sahibi olmadan körü körüne bir düşmanlık geliştiriyoruz içimizde. Bu da, yeri geldiğinde nesnellikten uzak tamamen duygusal yargılarla hareket ettiğimizde tepkileri bir anda üzerimizde toplamamıza neden oluyor. Çünkü buradan bakıldığında hadiseler hiç de öyle sandığınız gibi okunmuyor.

Yahudilerin tarihinde Amerika

Amerika'ya Yahudi toplumunun yerleşmesi oldukça eskilere dayanıyor. Hatta ülkenin kuruluşunda oldukça etkin rol oynayan yahudilerin varlığı biliniyor. Zaten, Amerika'da resmi olarak kutlanan Yahudi bayramları da mevcut (Hannukkak) gibi. Yahudiler, ilginçtir pek çok yönleriyle zaten müslümanlara benziyorlar. Çocukluğumdan hatırlıyorum, bir ara bu kadar benzerliği olan iki toplumun neden kardeşçe yaşayamadığını bir türlü çözemezdim.

Amerika'daki Yahudiler, kısa bir süre içinde çalışkanlıklarının bir mükafatı olsa gerektir, toplum içinde saygınlıklarını kazanıyorlar. Buna siz ister Amerika içindeki lobi faaliyetlerini isterseniz de devletler muvazenesindeki ülke kurma çalışmalarını ekleyin, her iki durumda da yahudilerin kazançlı çıktığını göreceksiniz. Hatta, biraz araştırma yaptığınızda İsrail devletinin ilk kurulduğu yıllarda hangi temellere dayandığını kestirmenin çok da güç olmayacağı bir ABD-İsrail dostluğuna şahit olacaksınız.

Her Yahudi bir değil

Yahudiler de aslında kendi içlerinde farklı gruplara ayrılıyorlar. Gelir düzeylerine ve siyonist düşüncelere göre tansif etmenin mümkün olabileceğini söylemek yanlış olmaz. Orta gelir düzeyindeki Yahudiler, ya yeni göçmüş ya da muhasebecilik, bankacılık gibi meslekler uğraşan kendi hallerinde dinlerinin ve kültürlerini yaşamaya yaşatmaya çalışanlar. Üst gelir düzeyindeki yahudiler çoktan dolar milyarderi olmuş, medya devlerinden bürokratlara ve saygın doktor, avukat vb. meslek sahiplerine kadar uzanıyor. Diğer gruplandırmada ise, şu anki İsrail devletini hem maddi hem manevi anlamda var güçleriyle savunan, toplumda yahudi imajının olabildiğince pozitif görünmesini sağlayanlar ile İsrail'in siyonist politikalarının Yahudi inancı ile asla örtüşmediğini iddia eden bir başka grubun varlığı da söz konusu. Hatta İran Cumhurbaşkanı'nın her fırsatta bu gruptan kimselerle bir araya geldiği haberleri hepimizce malum.

Amerikalıların Yahudilere Bakışı

Amerika'da Yahudilerin bu kadar güç sahibi olmasında pek çok etken söz konusu olabileceği gibi, benim asıl dikkatimi çeken sokaklarda simsiyah elbiseleri, örgülü saçları ve başlarında kepleriyle adeta kendi vatanlarındaki kadar özgürce yaşayabilmelerinin ardında yatan neden. Bana kalırsa –ki bu tamamen şahsi varsayımlarımdan ibarettir- Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluşunda anayasal güvence altına alınan ifade özgürlüğünün (freedom of expression) Yahudilerin bugün toplumca yadırganmamasında, dahası sayıca az bulundukları yerleşim yerlerinde bile belediye başkanlığı makamına kadar yükselmelerinde hiç de azımsanmayacak bir rolünün olduğu düşüncesindeyim.

Amerika, zaten İsrail'in her fırsatta müttefiki olduğunu dile getirmekle kalmıyor, Ortadoğu'daki gelişmeleri de kendi içinde değerlendirirken önceliği İsrail yanlısı yayınlara ve yorumlara bırakıyor. Amerikan medyasının kendi içindeki otokontrol mekanizmasının güçlülüğünü de dikkate aldığımızda zihinlerdeki müslüman ve terörist kavramlarının ne kadar birbirine yakın durduğunu, İsrail'in de Filistin sorununu dini kaynaklı terör malzemesi yaptığını görmek hiç de zor olmasa gerek.

Peki ya Yahudi karşıtlığı?

Amerika'da Yahudi karşıtlığı deyince hiç şüphesiz akıllara ilk önce Arap kökenli göçmenler geliyor. Yazının ilk başında değindiğim gibi, yalnızca İsrail'in Arap topraklarını zaptedip Filistinlileri vatanlarını terk etmeye mahkum bıraktığını savunan bu görüş ne yazık ki yeterli argümanları olmadığı için kamuoyunda hak ettiği desteği bulabilmiş değil. Oysa ki, Wikipedia'daki İsrail maddesini okuyan herhangi birisi dahi İngiliz egemenliğindeki bu toprakların birdenbire nasıl sahipsiz kaldığını ve İsrail'in bu sahipsiz topraklar üzerinde ansızın peydahlanıp hak iddia ettiğini rahatlıkla anlayabilir.

Jew kelimesi ve Yahudi karşıtı web sitesi
Bizdeki Yahudi-Musevi kelimelerinin aslında aynı gibi görünen ama yeri geldiğinde birbirinden oldukça farklı anlamlar taşıması gibi, aynı durum İngilizce'de de geçerli. Her ne kadar, pek çok kaynakta Jew kelimesi Yahudi anlamına gelse de, Yahudi karşıtlarının bu kelimeyi zaman zaman aşağılayıcı bir sıfat olarak kullandıklarını görmekteyiz. Bu konuyla ilgili en ilginç vaka, Amerika kaynaklı Yahudi karşıtı bir web sayfasının Google'da 'Jew' kelimesi arandığında çıkan sonuçlarda hemen ikinci sırada yer alması oldu. Sözü edilen sitede, Yahudilerin soykırıma uğramadıklarından tutun da, bugün dünye üzerindeki pek çok ülkenin Yahudi idaresi altında oldğuna kadar pek çok iddia yer almakta. Bütün bunları dile getiren kişinin de kimliğini saklamaktan geri kalmayan bir Beyaz Amerikalı olması da işin bir diğer yüzü.

Bu olayın ilk defa fark edildiği zamanlarda dünyanın dört bir tarafından Yahudilerin Google aleyhinde kampanya başlattıkları, sahibinin de Yahudi olduğu söylenen Google'ın ise bu itirazlara yine aynı arama sonuçlarının yer aldığı sayfada bir link şeklinde cevap vermesi de olayın diğer ilgi çeken yanları.

Sonuç

Elbette yüz yıllık bir sorunun iki satırda ele alınması haksızlık olacaktır. Ancak, Amerika'da yaşayan ve henüz üzerinden terörist imajını atamamış bir dinin mensupları olarak bu sorunun devam edegelen şekliyle çözülemeyeceğini görmek hiç de zor değil. Ancak, inandıklarımız ve savunduklarımız hakkında bir iki çift söz söylemeden, tarihi yeterince iyi okuyamadan ve yorumlayamadan mesnedsiz ve körü körüne düşmanlıklarla bir yere gelinemeyeceğinin farkında olmalıyız. Hele hele-kaderin bir cilvesi-Amerika gibi bir yerde Helal gıda bulamadığınızda Kosher (Yahudiler için helal ) ürünleri tercih etmek durumuyla karşı karşıyaysanız uzun uzun oturup düşünmenizi tavsiye ederim.

30 Eylül 2007 Pazar

Son 24 saatim

Cumartesi
6.00 pm
Evden aceleyle çıkıyoruz, 45 dakikalık yolumuz var. Philadelphia’nın kuzeyinde bir iftar yemeğine katılmak niyetindeyiz. Hava ve yol koşulları normal.

6.45 pm
İftara oldukça az bir zaman kalmasına karşın, farklı bir yoldan adres bulma girişimlerim bu kez netice vermiyor. Anlaşılan 5-10 dakika kadar geç kalacağız.

7.00 pm
İftar vakti oldu, adresi bir türlü bulamıyorum, sokak isimleri aynı ama adeta bir döngü çiziyor gibiyim. Yanımdaki misafirim de telefon açsak, adres sorsak demeye başladı. Hayır, adres sormamakta kararlıyım. Geç de olsa kendim varmak istiyorum bu adrese.

7.05 pm
Evet, yollar tanıdık gelmeye başladı. İlk girdiğim sokaktan itibaren dolandığım yolları akla getirecek olursak, yana yatık bir U harfi çizdiğim ortaya çıkacak. Paniğe mahal yok, bu sefer doğru yol üzerindeyiz.

7.15 pm
Yarım saate yakın bir gecikmeyle iftar evindeyiz. Şükür ki, sofradan kalkılmamış. Hemen servis geliyor ve hızlı hızlı kaşıklıyoruz önümüze sunulan ikramları. Misafirim, stratejik bir hatayla asıl yemeği çorba zannediyor ve yemeğin ardından gelen çay ve meyve ikramlarını geri çeviriyor. Sonradan anlaşılıyor ki, misafirimiz sofradan doymadan kalkmış.

8.30 pm
Sohbet ve çay faslının ardından teravih namazına niyetleniyoruz. Hafif bir şeyler yediğimizden olsa gerek teravih hiç de yorucu gelmiyor. Bilakis, vücudumuzu dinlendiriyor.

10.00 pm
Mehmet hocam, ne kadar dakiksin tam 10.00’da eve vardık diyen misafirim ve ben ev adımımızı atar atmaz, dolaptaki biber dolmasına gözümüzü dikiyoruz. Anlaşılan, ben de doymamışım.

12.00 am
Sahura davetli olduğumuzu öğrenmemle yatağa girmem bir oluyor. Gündüzden uykumu aldığım için uykuya dalmakta zorlanıyorum. Yeni aldığım telefonumdan internete girip, Black Eyed Peas’in Pump It şarkısını telefonuma melodi olarak indiriyorum. Sonra da, alarmı gece üçe bu melodi çalacak şekilde ayarlıyor ve uykuya dalıyorum.

3.00 am
Odanın içi, müzik sesiyle yankılanırken, sersem bir biçimde uyanıyorum. İşin aslı bu saatte sahura filan gidesim yok. Ramazan başladığından beri de sahura kalkmışlığım da yok. Ama davete icabet edelim düşüncesiyle uyanıyorum.

3.30 am
Sokaklar tenha, kimseler yok. Hız sınırını aşıyorum, aslında gündüz saatlerinde pek çok aracın da bu hız sınırını aştığı malum. Bir kaç dakika geçmiyor ki, ardımda beliren bir polis aracı ışıkları yakmış beni takip ediyor. Gecenin bi yarısı bu da nereden çıktı derken, gözlüklerimi takmadığımı da fark ediyorum.

4.00 am
Yarım saattir beklemedeyiz. Uykulu gözlerim, arkamda bilmem kaç watt’lık polis ışıkları yüzünden faltaşı gibi açılıyor. Nihayet yanımda beliren polis memuru, elime tutuşturduğu iki ceza notuyla ‘Drive Safely’ diyerek yanımdan uzaklaşıyor.

4.15 am
Artık bende ne sahura gidecek takat, ne de araba sürecek cesaret kalıyor. Eve gidiyoruz, kendimi yatağa atıyorum. Nasıl oldu da ceza yedim, hem de hız limitlerini aşmayana dikkatli bir sürücü olduğumu iddia ederken. Bu düşüncelerle saatler birbirini kovalıyor.

5.30 am
Uyku beni unutmuş, bilgisayarımı elime alıp biraz internette dolaşıyorum. Uykum gelmiyor hala.

10.00 am
Yataktan kalkıyorum, kafam hiç yerinde değil. Dünden kalan garip rüyalar sanki devam ediyor gibi. Bu gece rüyamda, eski iş yerime döndüğümü, hiçbir şeyin aynı olmadığını görüyorum. Ama en azından dünkü olayın etkisinden kurtulmuş gibiyim. İlk işim cezalarımın hem para hem de puan karşılıklarına bakmak oluyor. Görüyorum ki, mahkeme yolları tekrar görünüyor. En iyi ihtimalle 150-200 dolarlık bir masraf yaparım diye hesaplıyorum.

1.00 pm
Bir aydan fazla olmuş, berbere gitmeyeli. Evden arkadaşların peşine takılıp topluca berbere gidiyoruz.

2.15 pm
Günlerden Pazar olduğunu unutmuşuz ki, berbere geldiğimizde bizden önce 3 kişinin daha sırada bekledğini görüyoruz.

3.15 pm
Sıkıntıdan iki günlük gazete ve bir kaç kitaba göz gezdirdikten sonra, taraftar cezası alan iki takımın Galatasaray ve Beşiktaş’ın maçını izliyoruz. Kafam o an orda değil ki, sonucunu bile hatırlamıyorum maçın.

4.15 pm
Berber maceramız biterken, evin yolunu tutuyoruz. Yolda, Dursun Ali Erzincanlı, Mustafa Demirci eşliğinde beraber ve solo ilahiler dinliyoruz. Kimse konuşmuyor, kimbilir kim neyi düşünüyor.

5.45 pm
Bugünün sıradışı tecrübesi olan Pakistan toplumunun iftar yemeğine doğru yola koyuluyoruz. Şükürler olsun, dünkü gibi olmuyor bu kez zamanında varıyoruz camiye direksiyondaki kişi ben olmama rağmen.

6.45 pm
Camiden içeri girdiğimizde bizi davet eden dostumuz beliriyor, elimize iki parça hurma, bir içli börek ve bir bardak su tutuşturuyor. Önce, iftar yemeği yoksa bundan mı ibaret? şokunu yaşasak da işin aslının öyle olmadığını sonradan öğreniyoruz.

7.00 pm
Herkes bir lokma bir şeyler atıştırıp orucunu açıyor, ardından birlikte namaza duruyoruz. Namazın ardından yoğun bir kalabalık yemeklerini yenileceği alt kata inmeye başlıyor. Biz bu sıra geç biter diye cami içindeki Pakistanlı dostumuzla sohbet ediyoruz.

7.15 pm
Daha önce Afgan yemeklerini tatmış ve oldukça beğenmiş biri olarak Pakistan damak tadının bize yakın olabileceğini tahmin ediyorum. Biraz baharatlı olmaları dışında, yemeklerin mükemmel denebilecek kadar lezzetli olması, tahminimin de ötesine geçmesi hepimizi şaşırtıyor. Tabaklarımızdakileri bitirip, ilave istemek için kalkıyoruz.

8.00 pm
Teravih namazına daha 45 dakika olduğunu öğrenince, nehir kenarında kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz. Havalar serin artık, öyle kısa kollularla pek durulmuyor, çaresiz camiye geri dönüyoruz.

9.00 pm
Cami cemaatinden Afrikadaki aç insanlara yardım toplanıyor. Ardından, yatsı namazına duruyoruz. Yatsı namazının sünnetini kılmıyoruz. Farzı kıldıktan sonra da camiiyi terk edenler var.

9.30 pm
İmam efendi sekiz rekat diye söyledikleri teravih’in henüz iki rekatını tamamlayabilmiş durumda. Hatimle kılıyor olabiliriz şüphesi var içimde. Arada bir secde ayeti okuyor ve secdeye varıyoruz, sonra tekrar ayağa kalkıyoruz. Askerden bu yana bu kadar süre ayakta dikildiğimi hatırlamıyorum, arkadaşın hesabına göre bir rekatta 3.5 sayfa okuyormuş.

9.45 pm
Toplam dört rekat kılındıktan sonra, imam ara veriyor. Bir başkası, eline bir kitap alıp hadis dersi yapmaya başlıyor. Biz saatin geç olduğu düşüncesiyle camiden ayrılıyoruz. Kalan kısımları evde kılıcaz.

11.45 pm
Bir hafta sonu böyle geçiyor, hala yazmayı planladığım yığınla şey varken bari bunu aradan çıkarayım istemiştim. Yatağa uzanırken, gerçekten yorulduğumu hissediyorum bu kez.

26 Eylül 2007 Çarşamba

Yakında...

Şu sıralar bir yoğunluktur gidiyor, kimseleri arayıp soramıyor, günlerin nasıl buhar olup uçtuğuna akıl sır erdiremiyorum. Ama ramazan biter bitmez yazmayı planladığım şeyler var, Örneğin:
Günlük koşuşturmaca sırasında okumaya çalıştığım Tolstoy’un Diriliş romanı,
Bir toplantıda Rus olduğunu söyleyen bir bayana bu kitabın ismini bir türlü İngilizce’ye çeviremediğim için düştüğüm komik durumlar,
Dünya kültürlerine merak sardığım şu sıralar multicultural lafının etrafında dönüp duran muhabbetler, Korelilerle yaşadığımız ilginç diyaloglar ve Kore’ye dair bilmediklerimiz,
Bosnalı, Pakistanlı falan derken hem iftar, hem muhabbet, hem mevlid, hem de kültürler arası münasebetler,
Arap-İsrail savaşlarından birine dair ibretlik belgesel Six Days in June ve düşündürdükleri,
Google’da Jew yazıp arattığınızda karşınıza çıkan Yahudi aleyhtarı Amerikan kökenli web sitesi ve Google’ın arama sonuçlarına koyduğu lüzümlu açıklama,
Ve daha neler neler... Hepsi ve daha fazlası yakında ...

Amerika'da aracınızın yolda kalması

Otomobil kullanmaya başladığım ilk günlerde, aklıma gelen en kötü senaryolardan biri bir şekilde yolda kalmaktı. Buna ister lastik patlaması isterseniz de benzininizin bitmesi nedenlerine ekleyin her ikisi de özellikle benim gibi tecrübesiz biri için adeta kabus gibi bir şeydi. Ta ki her ikisini de tecrübe edinceye kadar.Bir yılı aşkın bir süredir New Jersey yollarında seyir halindeyim. Bugüne kadar yalnızca bir defa lastik değiştirmek durumunda kaldım. Kısaca başımdan geçenleri bir anlatayım.

3 saat süren uzun bir yolculuğun ardından arabamı park etmiştim. Yarım saat ya geçti ya geçmedi, lastikleri kontrol ettiğimde arka tekerlerden birinin inik olduğunu fark ettim. Günlerden pazardı ve yakınlarda açık bir oto tamircisi bulamamıştım. Neyse ki, bagajdaki kriko ve stepne imdadıma yetişti ve bir gün boyunca dolma lastikten yapılan bu stepne ile idare edebildim. Bu ilk tecrübe ile artık lastik patladığında ne yapılması gerektiğini biliyor olmam ve gerekli malzemeleri sürekli arabamda bulunduruyor olmam bana güven veriyordu.

Geçtiğimiz günlerde bir tanıdığımız telefonda dolmuş benzeri aracının otoyolda kaldığını, hem lastiğinin patladığını hem de benzininin bittiğinin söylüyordu. Her iki durumun da aynı anda vuku bulması biraz aklımızı karıştırmış da olsa, yanımıza hem bir galonluk benzin bidonu hem de krikolarımızı alarak Kurtarma Ekibi edasıyla yola koyulduk. Olay yerine intikal ettiğimizde dolmuş lastiği değiştirmenin aslında binek otomobillere kıyasla ne denli zor olduğunu gördük. Elimizdeki minicik krikoyla koca lastiği kaldırmak gibi komik hallere düştüysek de pes etmedik. Biz bu işi yapacaktık. Ama gel gör ki, elin oğlu mutlaka her şeyi düşünmüştü.

İki dakika kadar geçmedi bir de baktık Emergency Patrol hemen arkamıza yanaşmış. Araçtan inen görevli herhangi bir sorun var mı diye sordu. Biz de olay tamamen kontrolümüz altında dedik. Bunu derken amacımız görevliyi başımızdan uzaklaştırmaktı. Neticede şimdi bizden 100-200 dolar para talep edebilir diye düşünüyorduk. Ama görevli aracına bindi ve bizi takip etmeye başladı. Dolmuşun sahibi, bu State tarafından verilen bir hizmet, ücret talep edilmiyor dediyse de bizi inandıramamış olmalı, biz bir müddet daha uğraşmaya devam ettik. En sonunda bu işin elimizdeki aletlerle olmayacağına ikna olarak işi ehline bıraktık. Görevli adam, insan boyundaki krikosu ve elektrikle çalışan vida sökme aletiyle bizlerin şaşkın bakışları arasında beş dakika sürmeden işini bitirdi. Üstelik beş kuruş da para almadı. Bunun, New Jersey Eyaleti tarafından ücretsiz olarak sunulan bir hizmet olduğunu, çoğu kimsenin bunu bilmediğini, gerektiğinde araçları yoldan çektiklerini ve benzin bile temin ettiklerini de sözlerine ilave etti.

Böylelikle bizler bir kez daha bu ülkenin otoyol sisteminin ne denli mükemmel olduğu konusunda hemfikir olmuştuk ve bir daha olaylara dar çerçeveden bakmamamız gerektiği sonucuna varmıştık.

17 Eylül 2007 Pazartesi

Alıntı mı Çalıntı mı?

Dün gece yolda gelirken bir yandan da radyo dinliyorum. Eğer kendi yaptığım müzik cd’lerim yoksa yanımda genellikle 104.5 frekansından ağırlıklı olarak rock müzik yayını yapan http://www.radio1045.com ı tercih ediyorum. Bunun nedeni diğer radyolar gibi her gün beşyüz kere aynı şarkıları yayınlayan Kral Tv gibi olmayışı ve 80’lere ve 90’lara oldukça sık yer vermesi.
 
Dün gece yine aynı frekansa takılmış giderken birden kulağıma tanıdık bir melodi dolanıyor. Hani o hepimizin bildiği Bum Bum Bum Daldan Hop Dala Uçtum Sonunda Bir Dala Kandım Nedir Bu Daldaki Durum isimi şarkı. Hani işte 90’larda meşhur olan Seden Gürel’in beyaz şapkasıyla imaj yaptığı ve hala akıllarda öyle kaldığı. Meğer bu şarkı Paul Lekakis’e aitmiş, http://en.wikipedia.org/wiki/Paul_Lekakis Kendisi Yunan asıllı bir Amerikalı olan Lekasis bu şarkıyı yaptığında takvimler 1987 yılını gösteriyormuş. Demek ki bir kuşak bu şekilde uyutulmuşuz.
 
Müzik dünyasında intihal mevzuu bilindiği üzere yeni bir konu değil. Bugüne kadar onlarca hatta yüzlerce şarkının aslında başka bir şarkıdan alıntı değil resmen çalıntı olduğu çok kereler yazıldı çizildi. Hatta bazı müzisyenler kaset kapaklarına hiç utanmadan sıkılmadan söz ve müzik kendilerine aitmiş diye de yazdılar. Bir tek Ayşen isimli bir şarkıcımız vardı –halen şarkılarını zevkle dinlediğim- albüm tamamiyle alıntı şarkılardan oluşuyordu ve biz bu şarkıları dinlerken alıntı olduklarını biliyor olmamıza rağmen büyük keyif alıyorduk.Seden Gürel’in o zamanki albüm kapağını bulma fırsatım olmadığı için hakkında atıp tutmak istemem. O yüzden de sırf tarihe bir not düşmek niyetiyle bu satırları kaleme aldım. Unutun gitsin diyemiycem çünkü aradan neredeyse yirmi yıla yakın zaman geçmiş ama bakın neymiş Gerçekler Zamanla Anlaşılırmış.

13 Eylül 2007 Perşembe

Amerika'da Ramazan

Günler ne de çabuk geçiyor bir bilseniz. Kış bitti yaz geldi, okullar açıldı derken bir de bakmışız ki bir başka ramazan ayı daha gelmiş ve bizler çoktan oruç-iftar-sahur ekseninde hayatımızı şekillendirmeye başlamışız bile. Sağda solda ramazan ayı uğramış blogları görünce geçen sene çok da üzerinde durmadığım, yalnızca bir bayram yazısıyla geçiştirdiğim bu sayfalarda bir kaç satır kelam edeyim istedim ramazan’a dair.

Gurbette ramazanlar gariptir, elbette ki Türkiye’de geçen günlerin yerini tutmaz. Hatta bu sebepledir ki pek çokları yıllık izinlerini ramazan ayına denk getirmeye çalışırlar. Bu sayede sokakları akşamleyin ramazan pidesi kokan geceleri davul sesleriyle uyanılan memleket özlemi de giderilmiş olunur. Gidemeyenler boş durur mu, durmazlar tabi. İşte bu yazıda kısaca Amerika’da ramazan ayında ne yapılır onu sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Evvela, sessiz sedasız ramazan gelir diye söze başlamak gerekir sanırım. Öyle Türkiyede’ki gibi gazete manşetleri, belediye afişleri ya da iftar çadırı hazırlıkları görmeniz takdir edersiniz ki mümkün değil. Akşam iftara yakın saatlerde trafiğin tıkanması, insanların hızlı hızlı evlerine yetişmeye çalışmaları da ihtimal dahilinde değil. O halde, bu ramazan ayı bu memlekete hiç uğramaz diyeceksiniz değil mi? Hiç de öyle değil. Bakın dinleyin.

Çevremizden duyduğumuz kadarıyla eskiye nazaran gözle görülür değişimler yaşanıyor Amerika’daki Türk toplumunda. Sivil toplum kuruluşu diye bildiğimiz ve her bölgede birer cami etrafında toplanan Türk insanı, ramazan ayını da yine bu merkezler ekseninde elinden geldiğince hissederek yaşamaya çalışıyor. Tabi yeri gelmişken, 50 kilometrelik bir daire içerisinde dört adet Türk camisi bulunan bir bölgede yaşamanın da olumlu tarafları olsa gerek. Bunlardan ilki, cami cemaatleri tarafından hemen her akşam düzenlenen iftar yemekleri. Senede bir defa da olsa birlik ve beraberliğin temini adına önemli bir işlevi yerine getiriyor bu gelenek.

İftar yemeği düzenleyen yalnızca cami cemaatleri değil elbette. Yine aileler arası karşılıklı iftar davetleri devam ediyor ve herkes gücü yettiği nisbette özellikle öğrenci ya da bekar gençleri yemeğe almak için gayret gösteriyor. Buna ilaveten bir de diğer milletlerin iftar davetleri de mevcut. Amerikada yaşayan diğer müslüman toplumlar da ( Pakistanlı, Boşnak, Arnavut, ya da Arap) iftar davetleriyle bu geleneği devam ettirmeye çalışıyorlar. Zaman zaman farklı milletlerin iftar programlarına katılmak da hiç olmazsa karşılıklı saygı ve sevginin ifadesi olması anlamında büyük önem arz ediyor.

Bir de, kimi zaman diğer dinlerden insanların düzenlediği iftar davetlerine şahit oluyorsunuz. Malum, Beyaz Saray’da da bir kaç yıldır iftar modası devam ediyor, sanırım bu sene de bu etkinlik sürdürülecektir. Bunun yanında bir de bir gün oruç tutup sizinle aynı hissiyatı paylaşabilir miyim diye gayret eden gayri-müslimler var ki, artık bunlar da orucun sosyal anlamda ne denli büyük bir misyon taşıdığını kabul eder durumdalar.

Elbette, yalnızla iftarla sınırlı tutmamak lazım ramazanı. Türkiye’deki kadar olmasa da teravih namazları yine cemaatle kılınmaya çalışılıyor ve iftar-teravih arası çay sohbetleri ile bu birliktelik pekiştiriliyor. Yine binlerce kilometre ötesine yayınlarını ulaştıran Türk televizyonları da evlerimizin içine memleketin ramazan atmosferini ve coşkusunu taşıyarak hiç olmazsa gönüllere hitap eden yayınlarıyla bu eksikliği ziyadesiyle gidermekteler. Bir ayın sonuna ulaştığımızda ise bayramlaşma ve eşe dosta bayram ziyaretleri düzenlenmesi de bu ayın mümkün olduğunca farklı bir ay olduğunu hissedebilme adına kaçırılmaz fırsatlar diye düşünüyorum.

Kısaca toparlamak gerekirse, ramazan ne kadar uzakta olsak, ne kadar ramazana uzak bir toplumda da yaşasak yaşanıyor ve yaşatılıyor. Ne mutlu bu güzellikleri hala devam etirebilenlere.

8 Eylül 2007 Cumartesi

Demokrasi, Hemen Şimdi!

Washington D.C. – Baltimore arasında otomobille seyahat halindeyim. Radyoyu karıştırırken hararetli hararetli konuşan birine kulak kesiliyorum. Ortadoğu sorunundan söz eden, Amerikalı olduğunu düşündüğüm konuşmacı, İsrail’I işgalci olmakla ve çocukları öldürmekle itham ediyor. Şaşkınlık ve merak içerisinde yayını takip etmeye başlıyorum. Az sonra radyonun isminin Democracy Now! ( Demokrasi, Hemen Şimdi ) olduğunu öğreniyorum.

Main Stream (merkez) Amerikan medyası’ndan bir önceki yazımızda kısaca söz etmiştik. Belli çerçevede yayın yaptıklarını ve kimi zaman diledikleri konuda arzu ettikleri türden haberler yayınladıklarını ve dünyaya ait gelişmeleri manipüle ettiklerini dile getirmiştik. Elbette bu iddiayı bir yabancı olarak dillendirmek çok da gerçekçi olmayabilirdi. Ancak, ülkenin kendi vatandaşlarının da benzer tepkilere sahip olduğunu duyduğumuzda işin rengi değişti.

İlk paragrafta sözünü ettiğim radyo ve Tv istasyonu, Amerika’da bağımsız yayın yapan ve ticari kaygısı olmayan bir kuruluşa ait. Başını Amy Goodman isimli bir aktivist’in çektiği bu yayın grubu, dünyaya oldukça farklı bir pencereden bakmayı başarabilmiş. Demokrasi, Hemen Şimdi sloganıyla, yalnızca kendi ülkeleri için değil, aynı zamanda Amerika’nın elini değdirdiği ve demokrasi vaad ettiği ülkeler için de aynı temennide bulunuyorlar.

Yine aynı radio istasyonunda yayınlanan ‘Dinleyici Görüşleri’ isimleri bir programdan aldığım kısa notları sizinle paylaşmak istiyorum. Program yapımcısı, merkez medyada Nisan ayından bu yana Irak ile ilgili haberlerin yüzde 50 nisbetinde azaldığını söylüyor ve dinleyicilere bunun sebebinin ne olabileceğini soruyordu. Yaklaşık yarım saat kadar süren programa katılan dinleyiciler, yaptıkları yorumlarla açıkcası beni oldukça şaşırttılar ve ezberimi bozdular diyebilirim.

Dinyleyicilerden biri ‘No news is good news’ yani hiç haber olmaması aslında iyi bir haber diye görüş beyan etti. Böylelikle kamuoyu artık daha fazla Irakta ölen askerler’den haberdar olmayacaktı.
Bir diğeri ‘Loose change’ isimli belgesel sayesinde Amerikan toplumunun artık gerçekleri bildiğini ve olaylara eskisi gibi yaklaşmadığını söyledi. Bir başkası ‘Siyonist güçler Hilary Clinton’u yönlendiriyor’ diye bir iddia ortaya attı.

Türk medyasına yöneltilern eleştirilere benzettiğim bir diğeri ise ‘Bilgi vermekten ziyade gelirlerini arttırmak niyetindeler, American Idol vb. yarışma programlarına, ünlülerin nerede ne yaptığına daha fazla yer vererek ceplerini doldurma çabasındalar şeklindeydi. Bir diğer dinleyici ‘Ne zaman Demokratların kongresi yaklaşsa bu tarz haberler ( Irak’ta ölen askerler vb.) gitgide azalmaya başlıyor.’ diyerek konuya farklı bir bakış açısı getirdi.

Kısa ve net konuşan bir diğer dinleyici ise ‘Bunun tek bir cevabı var, O da Oil (petrol). En büyük terörizm bu. ‘ diyerek sözünü bitirdi. Programın sonlarına doğru da bir başka dinleyici ‘No news is good news sözüne katılmıyorum, bu sanki fırtına öncesi sessizliği hatırlatıyor.’ diyerek aslında Irak’ta işlerin sanıldığı gibi iyi gitmediğini hatırlattı.

Özetle, Amerikan medyasına ve toplumuna dair genellemeler yapmadan önce sanıyorum bir de bu türden bağımsız yayın yapan kuruluşlara kulak kabartmakta fayda var. Ancak, bu tarz yayınların da tıpkı bizim ülkemizdeki gibi kısıtlı sayıda dinleyiciye ulaştığını hatırlatalım. Bununla birlikte, internet yayıncılığının nimetlerinden birinin de herkese kolayca ulaşabilmek olduğunu unutmayalım. Tıpkı, dileyen herkesin www.democracynow.org adresinden sözünü ettiğim yayınları dinleyebileceği gibi.

Medya’da Secret’ın Sırrı ve Doku Uyuşmazlığı

Son günlerde Amerika’dan tüm dünyaya ve nihayetinde Türkiye’ye de yayılan bir Secret çılgınlığıdır almış başını gidiyor. Elbette medya dünyası da bu konuya kayıtsız kalamazdı ve pek çok yazar köşelerinde olumlu ya da olumsuz görüşlerini okuyularıyla paylaştılar. Konuya en ilginç yaklaşımı hiç şüphesiz Haşmet Babaoğlu sergiledi.

Babaoğlu, Vatan Gazetesi’nde yayınlanan yazısında , Secret’ın ortaya koyduğu çekim yasası’nın bizim kültürümüze aslında hiç de uygun bir düşünce biçimi olmadığını ve asla babaannelerimizin bize öğrettiği ‘dua’ların gücüyle kıyaslanamayacağını söyledi. Babaoğlu, yalnızca bununla da yetinmedi, bir başka yazısında, ‘İstemek-dilemek ile ilgili bütün bir insanlık birikiminin bu kadar ucuzlatıldığına; insan acılarının böylesine hafife alındığına daha önce rastlamamıştım. Teori aynı zamanda sosyal eşitsizliklere de meşruiyet kazandırıyor’ diyerek kitabın aslında insanlara umut değil, kişisel arzularını tatmin etme dürtüsü kazandırdığını ilave etti.

Aynı konuya aslında bahsetmeye dahi değer bulmayan, ancak kendi penceresinden baktığında kamuoyunu gereksiz yere işgal etmesinden yakınan bir diğer yazar ise Nuh Gönültaş’tı. Gönültaş, kişisel gelişim uzmanı Muhammed Bozdağ’ın ifadelerine yer verdiği yazısında şunları dile getiriyordu: Biz Müslüman bir toplumuz. Bir Allah'ın varlığına inanırız ve O'ndan başka hiçbir şeye kudret atfedemeyiz. İnandığımız Allah gökte kendi başına yaşayan sakallı bir dede değil, tüm evreni varlığa taşıyan, yaratan, yöneten ve planlayan, zaman ve mekan ötesi bir sonsuz varlıktır. Bilir, tercih eder, yapar ve konuşur. En iyisi siz bu kitabı okuyup gereksiz yere vaktinizi harcamayın!

Son olarak da isterseniz, medyafaresi’nde yayınlanan bir haberden aldığım alıntıyla yazıyı noktalayalım. Bakın meğer kitap nelere kadirmiş de bizlerin haberi yokmuş. Kitabın anlattığı her ne ise, satış için uygulanan pazarlama taktikleri bu kitabı adeta bir kutsal kitap gibi sunuyordu. Üstelik kitap, yine hedef kitlenin en çok takip ettiği ünlü insanların ağzından pazarlıyordu kendini. Dikkat edin, kitabın başarısı diye sunulan şeyler aslında kitapla hiç de alakası bulunmayan şeyler. Örneğin David Beckham, "Ben futbola devam etmek istiyorum. Victoria ise Hollywood'a gitmek istiyordu. Madrid'de de hayatımın en zor günlerini geçiriyordum. Sonra ikimiz birden Secret okumaya başladık. Ve bu yasayı hayatımızda bilinçli olarak uygulamaya karar verdik. Bingo! Üç hafta geçmemişti ki, menajerim aradı, inanılmaz teklifi söyledi. Los Angeles Galaxy takımı bana beş yıllığına tam 250 milyon dolar teklif ediyordu. Bu çok acayip bir şeydi. Çünkü hem ben futbol oyanayabilecektim, hem de Victoria, Hollywood'una kavuşacaktı ve 250 milyon dolar gibi rekor bir transfer ücreti alacaktım. O günden beri Secret'ı kutsal bir kitap gibi elimden bırakmıyorum... ‘ derken ne kadar inandırıcı?

Saad’da Bir Akşam Yemeği

Yurtdışında yaşayanlar bilir, damak tadınıza uygun ve helal yemek yiyebilmek oldukça zordur. Amerika için konuşmak gerekirse New Jersey’nin Paterson bölgesi lahmacunu pidesi ve etli ekmeğiyle Türkiyeyi aratmayan restoranlarıyla meşhurdur. Bunun dışında kalan eyaletlerde (en azından benim gezdiğim gördüğüm üç beş tanesinde) tek tük de olsa Afgan ya da Ortadoğu asıllı lokantalarla idare edilir. Bu yazıda kısa bir süredir bağımlısı olduğumuz Philadelphia’nin meşhur Saad Cheesesteak çisinden söz etmek istiyorum. (Aslında bu yazıyı da yine arkadaşların ısrarları sonucu kaleme almış bulunmaktayım.)
Akşam üzeri saat 8 suları... Akşam namazının vakti çıkmak üzere. Philadelphia’dan geçen yolumuzun üzerinde namaz kılmak bahanesiyle durduğumuz caminin kapalı olduğunu öğreniyoruz. Yakınlarda başka cami var mıdır, ya da içeride kılabilir miyiz diye sormak bahanesiyle Saad’ın kapısından içeri giriyoruz. Bize burada kılabileceğimizi söylüyor, biz de üst kat, bodrum kat ya da arka bölme ararken, tezgahın altından seccadeyi çıkartıyor ve hemen salonun kenarında durun diyor. Tabi şaşırıyoruz önce. Tüm müşterilerin önünde namaz kılmak, her ne kadar duvarlar kabe resimleri ve hat metinleriyle dolu da olsa, bize garip geliyor. Ama başka seçeneğimiz olmadığı için dediğini yapıyoruz. Bu esnada seccadenin Türk malı olduğu gözümüze ilişiyor. Biz namazı kılarken, benim için de dua edin diyor bize.
Philadelphia’nın en meşhur restoranlarından biri Saad. Tanıdığımız Türk dostlardan da aldığımız referanslar neticesinde güvenle yemek yiyebileceğiniz bir yer. İşin enteresan tarafı, içeride hemen her milletten insan bulmak da mümkün. Kara çarşaflı zencilerden tutun da, beyaz amerikalılara, orta doğululara, asyalılara ve hispaniklere kadar uzanan geniş bir müşteri yelpazesi var Saad’ın. İçeride sürekli çalmakta olan Arapça ilahiler ya da Kuran-ı Kerim’de kimseyi rahatsız etmiyor.
Değişik bir adam bu Saad. Kredi kartı haram diye sadece debit(hesabında para olan banka kartı) ya da nakit para kabul ediyor. Ramazan günleri iftardan sonra dükkanı açıyor ve parayı siz yemeği yedikten sonra alıyor. Yani pek çok Amerikan tarzı geleneği kendi tarzıyla reddediyor.
Menüye gelince, tavuklu sandviç ya da köftesini denediğim için tavsiye edebilirim. Cheesesteak (bizim tantuniye benzer bir tür) hususunda ise ketçap ve mayonezi kıvamında tutturduğunuzda değişik bir tad yakalayabileceğinizi söyleyebilirim. Yanında patates kızartması ve ayran da oldu mu, kişi başı maksimum 10 dolar harcayarak karnınızı güzelce doyurabilirsiniz. Dahası, Subway’in veggy ya da tuna sandviçlerine kat kat tercih ederim desem hiç abatmış olmam sanırım. Kısacası, yolunz bir gün bu taraflara düşerse uğramadan geçmeyin diyebileceğim bir adres veriyorum size:
Saad's Halal Place, 4500 Walnut St, Philadelphia, PA 19139
(215) 222-7223
4500 Walnut St, Philadelphia, PA 19139

21 Ağustos 2007 Salı

Amerikan medyası ve Amerikan toplumu üzerindeki etkileri

(Dördüncü Kuvvet Medya internet sitesinde yayınlanmıştır)

Bir kaç yıl önce Kanada’da bir TV programı yayınlandı. Bu programda Amerika Birleşik Devletleri’nin farklı eyaletlerinde yaşayan insanlara dünyayla ilgili sorular soruluyordu. Amerikalıların verdiği komik cevaplar üzerine kahkaha efektleri bindiriliyor ve lafı ‘İşte Amerikalılar ne kadar aptal görün’ demeye getiriyorlardı. Peki, Amerikalılar gerçekten bu kadar aptal mıydı
?
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle bir Amerikalının günlük hayatını ve Amerikan medyasının sokaktaki adama etkisini çok iyi değerlendirmek gerekiyor.
Tv kolik Amerikalılar
Amerika’da bilindiği üzere tv izleme alışkanlığı oldukça yaygın. Kablolu tv en çok tercih edilen yayın türü. Kablolu tv aboneliği bulunan bir Amerikalı, en basit planı tercih ettiğinde 100’e yakın tv kanalı izleme imkanına sahip. Ancak gelin görün ki bu çeşitlilik aslında bir nevi tekdüzelik anlamına geliyor. Nasıl mı, şöyle ki:
  • Tv kanallarının hemen hepsi İngilizce yayın yapan Amerikan televizyonları. Yani bizim gibi Alman, Fransız, İngiliz ya da Arap kanalları kablolu planda yer almıyor. Dolayısıyla Amerikalıların dünya’dan haber alabilecekleri tek adres yine Amerikan medyası oluyor.
  • İspanyolca yayın yapan iki kanal mevcut, ancak bu kanallarda sadece pembe diziler ve eğlence pogramları yayınlanıyor.
  • Tv kanallarının büyük bir kısmı yalnızca dizi ve film yayını yapıyor.
  • En çok izlenen Amerikan televizyonları, haberlere oldukça az yer ayırıyorlar. Ortalama yarım saatlik haber bülteninin yüzde 90’lık bölümünde yine ülke içinden haberlere yer veriliyor. Örneğin gündem artan benzin fiyatlarıysa haberlerin büyük bir kısmında bu konudan söz ediliyor.
  • Dünya gündemine ilişkin haberler yalnızca Amerika’yı ilgilendiren şekliyle sunuluyor. Örneğin şu sıralar sadece Irak haberleri ve Başkan Bush’un Irak’taki gelişmeler hakkındaki değerlendirmeleri haberlerin geniş bir bölümünü kapsıyor.
  • CNN, Fox News gibi merkez medya haber kanalları, taraflı yayıncılık yaptıkları için dünyadaki gelişmeleri de yine istedikleri gibi sunuyorlar izleyiciye. Bu kanalları izleyen sıradan bir vatandaşta ister istemez belli önyargılar oluşmaya başlıyor.
İşin enteresan tarafı, yabancı yapım programlar neredeyse hiç yer almıyor Amerikan medyasına. Örneğin, Holywood filmleri dışında Dünya Sinemaları’ndan örnekler verilmiyor bizdeki gibi. Herhangi bir ülkenin hazırladığı belgesel, müzik programı, ya da haber programı hiç rastlanır bir durum değil. Tıpkı Amerikan radyolarını açtığınızda gün boyu sadece İngilizce şarkıların yayınlanması gibi.
Public Broadcasting
Yeri gelmişken atlamadan geçmeyelim. Bu dışa kapalılığın yanında public television (pbs) ve public radio (npr) adıyla yayın yapan kuruluşlar, Amerika’nın bir nevi dışa açılan gözü ve kulağı sayılabilirler. Bağış ve üyelik sistemiyle yayın yapan bu kuruluşlar, saygınlığı açısından bir nevi bizdeki TRT’nin eşdeğeri olarak düşünülebilir. Belgesel ve haber programı ağırlıklı yayın yapan bu kuruluşlar, mümkün olduğunca dünyadaki farklı renklere ve seslere yer vermeye çalışıyorlar. Hatta günlük olarak Ingiliz haber kanalı BBC’nin dünya haberlerinin yayınlandığı bu kanallar, tekdüze Amerikan medyasının oluşturduğu boşluğu az da olsa dolduruyor denilebilir.
Şimdi bir Amerikalı’nın gündelik hayatının büyük bir kısmını işgal eden medyanın bu yayın politikasını gördüğümüzde Amerikan toplumunun neden bu kadar dünyaya kapalı olduğunu anlamak çok da zor olmasa gerek. Bir de siz buna dünyanın hiç bir yerinde artık geçerliliği kalmayan ölçü birimlerini ( mile, inch, pound) ve yalnızca bu ülkeye has spor türlerini ( beyzbol ve Amerikan futbolu ) eklediğinizde zannediyorum bir Amerikalı’nın dünyaya bakışının sizinki gibi olmadığını anlamanız kolaylaşacaktır.
Peki ya bundan sonra?
Dünya giderek global bir köye dönüşüyor. Bunun etkilerini her yerde görebilmek mümkün. Hatta Amerika bile bu golballeşmeden nasibini alıyor. Örneğin internet yayıncılığının Tv ve radyo’ya bir alternatif oluşturması, Amerikan toplumunun da yavaş yavaş dünyaya açılmasına katkıda bulunuyor. Ayrıca metrik sistemin entegre edilmesi çalışmaları ve Soccer diye bilinen ama aslında bizim futbol dediğimiz spor türünün giderek daha fazla izleyici toplaması da bu değişimin en açık göstergeleri. Zannediyorum bundan sonraki nesiller, başta Amerikan toplumu olmak üzere dünyaya hepimizden daha duyarlı olacaklardır, en azından bunu ümid ediyorum.

amerika notları 3

amerika`dayim...

Evet, gittim gidiyorum derken nihayet amerikadayim. 13 saat suren yorucu bir yolculugun ardindan hala devam eden bas agrilarimla sincaplarin agaclar arasinda kus seslerinin insane huzur verdigi, sirin bir akinti kenaridan can sesleri esliginde yaziyorum bu yazimi. Henuz geleli 3 gun olmasina ragmen simdiden en az romanya izlenimlerini aratmayacak kadar malzeme var elimde. O halde sirasiyla baslayayim anlatmaya…
Ucagimiz turkiyeden saat 11.45`te kalkacagi icin saat 10 gibi havaalanina vardik. Omrumde ilk defa ucaga binecek olmanin heyecani ile nihayet ucaktaki yerimizi almistik. Otobusten kalma aliskanlik geregi pencere kenari istemistim am nerden bileyim gokyuzunden bilmem kac fit yukseklikte hava sicakliginin -55 derece olacagini. Dogal olarak biraz usuttum. Yolculuk boyunca delta hava yollarinin yakin ilgisine mazhar olduk. Her ne kadar ilk 2 filmi turkce son iki filmi italyanca yayinlayarak bizleri hayal kirikligina ugratsalar da gerek hostesleriyle gerekse sorunsuz gecen yolculugumuzla takdirlerimizi kazandilar.
Ucaktan indikten sonra ilk olarak guvenlik gorevlileriyle bir gorusme yapiyorsunuz. Size nicin geldiginizi, hangi amacla ingilizce ogrenmek istediginizi nerede kalacaginiz soruyorlar. Parmak izlerinizi alarak Konsoloslukta verdiklerinizle karsilastiriyorlar ve fotografinizi cekiyorlar. Ucaklar ilk olarak new york`a indigi icin ben de buradan baska bir ucaga daha binerek Washington, d.c.`ye vardim. Vardigimda saat aksam 19.00 du ancak tr saati ile gece saat 02.00 oldugu icin uykusuzluktan neredeyse devrilmek uzereydim. O gun ancak saat 24.00 gibi yataga girebildim ve ertesi gun ogleye kadar uyudum. Hala uyku duzenimi saglamis sayilamam sanirim bir kac gun daha boyle devam edecek.

Gelelim amerika hakkinda ilk izlenimlerime. Ilk olarak ucaktan gordugum New York bana hayatimda gordugum en buyuk ve en duzenli sehir olarak geldi. Sokaklarinda gezme firsati bulamadim icin henuz bir sey soyleyemeyecegim. Ardindan havanin kararmaya basladigi saatlerde goz alici aydinlatmalariyla gokyuzunden Washington`i seyretmek oldukca keyifliydi. Ve nihayetinde Washington Ronald Reagen hava alaninda yolculugum sona erdi ve amerikan topraklarina ayak bastim. Ilk olarak havaalaninin hemen yani basinda yer alan metro istasyonuna binerek ilk ugrak yerimize dogru yol aldik. Ardindan arabayla Baltimore sehrine vardik. Tahmin edilecegi uzere yollar burada her sey demek. Dunyanin baska hic bir yerinde karsilasamayacaginiz turden bir trafik sistemine sahip amerika. genis oldugu kadar bir o kadar da rahat yolculuk yapilabilecek turden. Herkesin mutlaka bir adet arabasi oldugu icin kimi yerlere ne otobus ne de metro ile ulasim yok.
Su an Baltimore sehrine dair cok fazla bilgiye sahip degilim ancak bulundugum konum itibariyle sessiz sakin etrafi parklarla verili universite kampuslerinin yer aldigi insanlarin gun boyu yol kenarinda kostugu bir yerdeyim. Yerel halkla da henuz herhangi bir diyalogum olmadi.

Amerikada ilk merak ettigim seylerden biri elbette televizyon yayinlariydi. Baltimore sehrinin kendine ait tv kanallari var, bu kanallar yerel haberler yayinladiklari gibi ayni zamanda ulusal kanallarin programlarini da zaman zaman yayinliyorlar. Gunduz kusaginda hemen her kanalda judge dedikleri hakim ve juri uyelerinden yer alan mahkeme goruntulerinin yer aldigi programlar var. davaci ve davalinin yargic tarafindan yargilandigi ve bir karara varildigi bu program eger gercekse ( ki gercek oldugu iddia ediliyor ) amerikalilarin ne kadar basit ve luzumsuz konularda ihtilafa dustuklerini gosteriyor.
Tv yayinlarinin benim acimdan en guzel tarafi tum kanallarin ve programlarin ingilizce alt yazi ile veriliyor olmasi. Bu da dil ogrenmeye gelenler icin buyuk kolaylik sagliyor.

Bulundugumuz yere yakin turk bakkali var. buradan turkiyede aldiginiz konserve, salgam suyu,salca vb. Urunleri almaniz mumkun. Hatta evde turk yemekleri bile yapabilirsiniz boylelikle.
Amerikada uzerinde usps yazan posta arabalari var. bu arabalarin direksiyonlari sagda. Sebebi de postayi birakirken evin sag tarafta olmasi.
Amerikada butun olcu birimleri farkli. Gunlerdir televizyonda hava sicakliginin 70 fahrenheit oldugunu soyluyor bunun 20 derece oldugunu bugun ogrenebildim. Ayrica yol, agirlik birimleri de farkli. Alismak zaman alacak.
Simdilik bunlar, daha cok gezip gordukce sizlerle paylsmaya devam ederim.

f-1 ( ogrenci vizesi ) nasil alinir?

Ogrenci vizesi alarak amerika`da egitim almak istiyorsaniz yapmaniz gerekenler sunlardir:
Oncelikle gitmek istediginiz dil kursu ya da universiteden bir Kabul almaniz gerekmektedir. Bunun icin gitmek istediginiz okulun sizden isteyecegi bir takim belgeler olacaktir; bunlari okulun web sayfasindan ya da ilgili kisiye mail atarak ogrenebilirsiniz.ama genel olarak istenen evraklarin ayni oldugunu varsayarak size adim adim nasil basvuracaginizi anlatacagim.
1. okulun web sayfasindan indireceginiz basvuru formunu doldurun. Form ingilizce karakter kullanarak doldurulacaksa gerekli aciklamalar vardir’ dikkatlice okuyun.
2. kursun hangi tarihte baslayacagini ve basvurunun hangi tarihte son buldugunu iyice ogrenin. Basvuru tarihinden once gerekli evraklarin okula ulasmasi gerektigini unutmayin.
3. mali durumunuzu gosteren bir belge hazirlayin. Bu belge sizing masraflarinizi karsilayacagini taahhut eden bir yakininiz tarafindan yazilan bir mektup ve bu sahsa ait banka hesap bilgileri olabilecegi gibi; sizin adiniza ve egitiminiz suresince yeterli olacak miktarda para bulunan bir hesap cuzdani ya da banka tarafindan yazilmis bir teminat mektubu olabilir.
4. yine okulun istegine bagli olarak fotograf ya da ingilizce olarak hazirlanmis bir ozgecmisiniz gerekebilir.
5. turkiye`de mezun oldugunuz universiteden alacaginiz transcriptiniz. Ingilizce ya da turkceden ingilizceye yeminli bir tercuman tarafindan cevrilmis turkce orjinal not bildirim cizelgeniz.

Bu evraklari son basvuru tarihinden once okula ulastirmaniz gerekmektedir. Eger son basvuru tarihine az bir zamaniniz kalmissa ups vb. Posta servisleri ile 4 gun icinde basvurunuzu gonderme sansiniz oldugunu unutmayin.

Basvurunuzu yaptiniz peki simdi ne yapacaksinizi? Vize basvurusunda bulunmak icin okuldan gelecek olan Kabul belgesine ( i-20) ihtiyaciniz olacak. Ancak bu belge gelene kadar siz de bos durmayin ve bir taraftan digger evraklari hazirlamaya baslayin. Gelelim vize basvurusunda gerekli olan evraklara:

· En az alti ay geçerliği olan bir pasaport, varsa eski pasaportlar : pasaportunuzun egitiminiz bitinceye kadar gecerli olmasi ornegin dort aylik bir kursa gidiyorsaniz en az alti ay ya da daha sonrasinda suresinin bitiyor olmasi
· Vize başvuru formları (DS 156, DS 157ve DS 158) : bu uc formun da eksiksiz bir bicimde doldurulmasi gerekmektedir. Basvuru formlarini doldururken dikkat edilmesi gereken bir kac husus bulunmaktadir. Kisaca bunlara deginelim. Formlar siyah ya da mavi renk murekkepli kalemle doldurulabilir. Turkce karakter kullanilabilir. Yazmak istedikleriniz forma sigmadigi takdirde ilave bir kagit kullanabilirsiniz. Cevabi olmayan sorulari bos birakmak yerine YOK ifadesini kullanmalisiniz. Vize gorusmesinden hemen once formlari alirken yetkili kisi yalnizca bos soru olup olmadigina bakmaktadir. Sorulari en dogru bicimde cevaplamalisiniz. Ornegin askerligini yapan kisiler formda silahli egitim alip almadiklari sorusuna evet cevabini verip askerlik sirasinda aldiklari aciklamasini yapmalidirlar. Ikamet adresi su anda ikamet edilen yer olarak belirtilmelidir. Ogrenci iseniz ogrenci oldugunuz calisiyorsaniz calistiginiz yer vb. Bilgiler en dogru sekliyle yazilmalidir.
· Bir adet 5cm*5cm, arka fonu beyaz fotoğraf : fotograf ile ilgili gerekli aciklamalar elciligin sitesinde yer almaktadir. Eger bulundugunuz yerde bu isleri bilmeyen bir fotografci varsa bu bilgileri vererek saglikli sonuc elde edebilirsiniz.
· Vize randevusu için İş Bankası'na 16 USD yatırılarak PIN numarasının alınması: elcilgin web sayfasinda yer alan telefon numarasini arayarak kredi kartiniz ile online odeme yapabileceginiz gibi herhangi bir isbankasi subesine giderek vize basvuru diyerek odeme yapabilirsiniz. Unutmayin odemeyi yaptiktan bir gun sonra randevu almak icin telefon acabilirsiniz
· Vize başvuru ücreti: USD 100 (Herhangi bir FORTIS bankasina yatırılacak): bu bedel vize gorusmesine gitmeden once herhangi bir zamanda yatirilabilir, onemli olan gorusmeye giderken yaninizda odendi dekontunu bulundurmaniz
· (I-20)Gideceğiniz eğitim kuruluşundan alınmış olan; kurs bedelini, bu bedelin ödenmiş olduğunu, nerede kalacağınızı, bu konaklamanın bedelini, haftada kaç saat ders alacağınızı ve kursun hangi tarihler arasında olacağını gösterir kabul belgesi : basvuru formlarini okula gonderdikten sonra en gec bi hafta icinde elinizde olacaktir.
· SEVIS ücreti yatırıldı belgesi : i-20 formunuz geldikten sonra formda yer alan bilgilerinizle birlikte bir defaya mahsus olmak uzere 100 dolar yatirmaniz gerekmektedir. http://www.fmjfee.com/ adresine girerek kredi kartinizla bu odemeyi yapin ve islem sonunda odeme yaptiginiza dair ciktiyi almayi unutmayin
· Mezun olduğunuz eğitim kurumundan aldığınız Diploma veya Çıkış Belgeniz (İngilizce noterden tasdikli sureti), öğrenciliğiniz devam ediyor ise öğrenci belgeniz ve varsa sahip olduğunuz sertifikalar
· Transkript (İngilizce tasdikli sureti)
· İngilizce öğrenmek için herhangi bir lisan kursuna gittiyseniz, aldığınız sertifikanınız; yada sertifika almadıysanız, dershaneden alınmış, kursa devam ettiğiniz tarihleri açıklayan bir mektup
· Mali durumunuzu gösteren Banka Mektubunuz ,Ortalama 20.000 usd civari olmali (gozuken miktar vize basvuru esnasinda ve vizeyi alacaginiz ana kadar bankada bulunmali)
· Ailenize veya size ait banka cüzdanlarınız
· Ailenizde çalışan fertlerin maaş bordroları veya iş sahibi iseler iş yerleri ile ilgili evraklar (ticaret odası faaliyet belgesi, vergi levhası fotokopisi, imza sirküleri fotokopisi, sicil gazetesi fotokopisi)
· Sizi finanse edecek bir şirket varsa bu şirkete ait ticaret odası faaliyet belgesi, vergi levhası fotokopisi, imza sirküleri fotokopisi, sicil gazetesi fotokopisi; sizin tüm okul ve yaşam masraflarınızın karşılanacağının taahhüt edildiği ve bir şirket yetkilisince imzalanmış mektup ve varsa şirketin son iki aylık banka cüzdanlarının fotokopileri.
· Malvarlığınızı göstereceğine inandığınız belgeler varsa, bunların fotokopileri;( tapu, arac ruhsati, hisse senedi v.b. anne, baba,dedeniz vb akrabanizin üstüne kayıtlı mal varlığı da olabilir. )
· Çalışıyorsanız, SSK işe giriş bildirgeniz, çalıştığınız şirketin ticaret odası faaliyet belgesi, vergi levhası fotokopisi, imza sirküleri fotokopisi, sicil gazetesi fotokopisi, birkaç aylık maaş bordronuz ve görevinizi, gelirinizi, gösterir mektup.
· Su an calistiginiz muesseden ( İngilizce olarak) bir yilligina Amerikaya dil ogrenimi icin izinli olarak,ayrildiginizi ve donuste yine ayni yerde calisabileceginize dair mektup
· Ucak rezervasyonlari
Tum bu belgeleri hazirlayarak gitmeniz vize alma sansinizi artiracak oldugu gibi reddedilme ihtimaliniz oldugunu da aklinizdan cikarmayin. Turkiye`deki baglariniz ne kadar guclu olursa, mali durumunuz ne kadar iyi olursa vize alma sansiniz da o derece yuksek olacaktir.
Hepinize basarilar
11.03.2006
Baltimore, MD

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Virginia izlenimleri...

Yediğin içtiğin senin olsun, bize gezdiğin gördüğün yerleri anlat diyorlar. Üç günlük Virginia-Maryland seyahatinin ilk durağı olan Virginia Beach, Norfolk bölgesinden söz edeceğim.

Her yazıda olduğu gibi önce nasıl gidilir’den başlayalım. Kuzey’den, özellikle New York New Jersey bölgesinden gelecek olanlar için iki alternatif yol mevcut. Delaware sınırlarında başlayan birinci alternatif yol, Washington DC civarından da geçen meşhur 95 nolu otoyol sistemi. İkinci alternatif ise, ki ben size bunu tavsiye edeceğim, yine Delaware-Maryland-Virginia eyaletlerinin üçüne de ait sınırların bulunduğu yarımada üzerinden geçiyor. Bu yolun güzelliği üç eyaleti birden peşi sıra görmenin yanında her eyaletin kendine has doğal güzelliklerini de aynı zamanda müşahade edebilmeniz.

Delaware nere ola ki?
Delaware, Amerika’nın kurulan ilk eyaleti. Oldukça küçük bir alana ve bir o kadar da az nüfusa sahip. İlk eyalet olmasından dolayı özel bir statüye sahip ki, satın aldığınız hiç bir şey için vergi ödemiyorsunuz. Bu da alışveriş meraklıları için bir tercih nedeni olabiliyor. Kimi zaman yol üstünde durup mola verilecek devasa alışveriş merkezleri görmeniz de yine bu talebe binaen ortaya çıkmış denilebilir. Delaware’ın yolları da alabildiğine geniş ve aynı zamanda yemyeşil doğa güzellikleriyle insana yolculuk boyunca huzur veriyor.

Chasepeake Bay Bridge Tunnel
Maryland’a geçtiğinizde aynı doğal güzellikler devam ediyor ve çok geçmeden Virginia sınırlarına giriyorsunuz. Bu bölgenin adı artık Chasepeake Koyu olarak anılıyor ve birazdan sizi hayatınız bambaşka bir yolculuk deneyimine hazırlıyor. Harita’dan baktığımda Chasepeake Bay Bridge Tunnel olarak gördüğüm ve yaklaşık 25 kilometre uzunluğunda olduğunu tahmin ettiğim bu köprü hayli ilgimi çekmişti. Hatta etrafımdakilere sorduğumda kimileri tünel, kimileri de köprü demişti ben tam olarak zihnimde bunu canlandıramamıştım. Önce bir köprü olarak başlayan bu devasa bağlantı, iki defa tünel şekline giriyor ve size tarifi mümkün olmayan bir deniz üstü ve altı yolculuk zevkini yaşatıyor.

Ve Norfolk...
Aslında köprüyü geçer geçmez ayak bastığınız ilk bölge Virginia Beach olarak biliniyor. Hemen bir bağlantı yoluyla Norfolk’a geçiyorum. Norfolk, bugüne kadar gediğim gördüğüm yerlerden biraz farkli bir yerleşim yeri. Daha ziyade Naval Base ( Donanma üssü ) ve Old Dominion Üniversitesi’yle isim yapmış bu kent aynı zamanda denizin ve yeşilin bir arada paketlenmiş sunulmuş bir versiyonu. Yollar yine bir Virginia klasiği olarak geniş, hatta orta kısımlarında çim şeritler bulunmakta. Bildiğiniz şehir merkezi pek yok, dağınık bir yerleşim düzeni hakim. Türk nüfus New Jersey kadar abartılı sayılmasa da azımsanmayacak kadar. Pek çoğu öğrenci olan Türk nüfüsu aynı zamanda pizzacılık mesleğine de el atmış durumda. Hatta buralara kadar gelip, iş kuran Giresun-Yağlıdere’li yurdumun insanlarıyla da tanışıyoruz. Türklere ait henüz bir cami yok, üniversitenin hemen yakınındaki İslamic Center’da namazlar kılınıyor ve Türk aileler fırsat buldukça önemli günlerde bir araya gelmeye çalışıyorlar.
Norfolk’ta beni en çok şaşırtan şey, New Jersey’de dahi –bazı bölgeler hariç- karşılaşmadığım yoğun zenci nüfusu oldu. Zira Virginia hep red-neck denilen beyaz Amerikalılar’ın ve üst gelir grubu insanların yaşadığı bir eyalet olarak bilinir. Ancak, zencinin de en kötüsü olarak tarif edilen siyahi vatandaşlar özellikle pizza işiyle uğraşan Türklerin başına dert olmuş vaziyette. Hatta, soygun ve silahlı saldırı gibi talihsiz olaylar da yaşanmış yakın tarihlerde. Bir de köşe başlarında birbiriyle sohbet eden beyaz ve siyah Amerikalıları görünce yaşadığım şaşkınlığı arkadaşım, aralarında muhtemelen drug ilişkisi var şeklinde izah etti.

Bir kıyaslama : Virginia Beach & Atlantic CityAmerika’nın doğu sahil şeridinde bilinen belli başlı turizm merkezleri var. Bunlardan ilki, kumarhane cenneti olarak da anılan Atlantic City. Bir diğeri de upuzun kumsalıyla civar bölgelerden turistlerin akınına uğrayan Virginia Beach. İki şehrin plajlarını birbiriyle kıyasladığımda ciddi farklılıklar görüyorum. Örneğin Atlantic City’de tıpkı Ocean City’de olduğu gibi BoardWalk denen tahtadan yapılmış bir yol var sahil boyunca uzanan. Bu yolun bir tarafında kumsal, diğer tarafında ise alış veriş mağazaları, restaurantlar ve su parkları mevcut. Virginia Beach’te ise bu saydığım dükkanlar kumsalın hemen paralelinde uzanan cadde üzerinde konuşlanmış. Sahilin hemen kenarı yüksek tel binalarına ayrılmış. Bu haliyle bana biraz bizim sahilleri hatırlattıysa da, otellerin birbirine bu kadar yakın olmasını açıkçası yadırgadım. Ayrıca, boardwalk hadisesi sanırım burda biraz farklı yorumlanmış. Öyle denize paralel tahtadan yol yok, onun yerine betondan bir yürüyüş yolu yapılmış. Boardwalk ise, denize paralel değil, denize dik uzanan ve yerden oldukça yüksekte güzel bir manzarası bulunan apayrı bir yer olarak düşünülmüş. Ancak, bu tahta yolda yürümek 2 dolar gibi bir ücrete tabi. Dilerseniz, okyanusun hemen kenarındaki bu yol üzerinde balık da tutabiliyorsunuz.

First Landing State Park
Virginia Beach’in sahilinden ayrılıyoruz, Norfolk’a doğru yol alıyoruz. Bu iki şehri birbirine bağlayan upuzun bir yol var. Tarz olarak bizim NJ’in 130 nolu yoluna benzettim. Sağı solu alışveriş mağazaları, benzinlikler ve araba galerileri ile dolu upuzun bir yol. Bu yolun üzerinde sağlı sollu yer alan bir park var. Bir tarafı piknik yapmak isteyen ailelere yönelik ormanlık geniş bir arazi. İçinde koşu ve bisiklet yolları bulunan bu orman içi mesire yeri bizlere oldukça tanıdık geldi. Yolun karşı tarafı ise kamp yeri olarak ayrılmış. Kamp yeri dediğimizde aklınızda nasıl bir şey oluştu bilemiyorum ama kısaca tarif etmeye çalışayım. Kamp alanı hemen denizin kenarında. Deniz değil, okyanus olmasın senin şu dediğin diyenler için biraz konuya açıklık getireyim. Amerika’da bizim bildiğimiz okyanus kenarları hep dalgalıdır ve rahatça yüzmek pek mümkün değildir. İnsanlar da daha ziyade surf yapmak, güneşlenmek ya da sırf deniz suyuna girip çıkmak için tercih ederler bu bölgeyi. Ama bu sözünü ettiğim bölge, okyanusa doğrudan açılmayan bir koy olduğu için, biraz bulanık da olsa durgun bir suya sahip deniz görünümünde. Yüzmesi daha rahat ve Virginia Beach kadar kalabalık olmadığı için ortam olarak daha nezih.

Dönelim kamp yerine. Kamp yerleri, ağaçlıklar arasında birer musluğu, tahta masaları bulunan boşluklar olarak tasarlanmış. Karavan sahibi aileler için elektrik imkanı da sağlanmış. Kampın merkez bölgesinde wc’ler, duş alma yerleri, çamaşır yıkama merkezi ve küçük bir market de ilave edilmiş. Kısacası her şey düşünülmüş. Kamp yapmayıp sadece denize girmek isterseniz de günlük sadece 4 dolarlık park ücretini ödemeniz yeterli.

Mt. Trashmore District Park
Virginia Beach’teki son durağımız da bir piknik alanı oluyor. Piknik alanı, mütevazi bir gölün etrafına kurulmuş.Koşmak, yürüyüş yapmak, voleybol oynamak, toplu ısınma hareketlerı yapmak ve özellikle de ailecek barbekü yapmak isteyenlerin tercih ettiği bu bölge, girişi ücretsiz olmasıyla da ilgiye değer.

WilliamsburgVe gezimizin son durağı Amerika’nın tarihinin en önemli merkezlerinde biri olan Williamsburg oluyor. Jamestown ve Yorktown’ı da içeren bu bölge ilk İngiliz kolonilerinin Amerikan kıtasına çıktıkları yer olarak biliniyor. Neredeyse üçyüz yıllık bir tarihi olan Amerikan Hükümeti, bu bölgeyi aslına sadık kalarak turistler için mutlaka görülesi bir cazibe merkezi haline dönüştürmüşler. Ben bu yerlşim yerlerinden yalnızca Williamsburg’ı görme imkanına sahip oldum.

Norfolk üzerinde yola çıktığınızda yaklaşık bir 45 dakikalık yolculuktan sonra Williamsburg Visitor Center’a ulaşıyorsunuz. Bu bölgey araçlarınızı park edip, civarı dolaşmanıza yardımcı olacak otobüslere binebilirsiniz. Eğer, tur halinde geldiyseniz de yine bu merkezde çevre gezisine başlamanız isabet olacaktır. Biz, Türk mantığındaki turistler olarak doğrudan kasabayı ziyaret etmeyi tercih ettik. Kasaba topu topu iki uzun cadde üzerine kurulu evlerden oluşuyor. Bu caddelerden birinin üzerinde o zamanların postanesi, kilisesi, lokantası ve evleri tarihi yapısına uygun bir şekilde tekrardan ziyarete açılmış. Etrafta eski zamanların kıyafetleriyle dolaşan giyen amcalar ve teyzeler görüyorsunuz. Hatta bir tanesi yalnızca bankta oturup örgü örmekle meşgul. Evler mümkün mertebe birbirlerine bitişik ve ufak da olsa bahçeleri var. Asfalt yolların üzerinde at arabaları tarihin sayfalarından çıkıp gemişcesine etrafta ziyaretçileri dolaştırıyor. Etraf alabildiğine sessiz ve insanlar ‘vay be demek eskiden insanlar bu şartlarda yaşıyorlarmış’ şaşkınlığındalar. Oysa, bu bölge bana memleketimi, bir Kiraz’ımı bir Beydağ’ımı aratmayacak kadar tanıdık geliyor. Sonuç itibariyle, Amerika’da bir zamanlar hayatın nasıl olduğunu merak edenler, kovboy filmlerinin atmosferine gitmek isteyenler ve tarihi filmlere de muhtemelen ev sahipliği yapmış olan bu bölgeyi görmek isteyenlere olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir yer.

Yolculuğumuz burada noktalanırken, henüz görmediğimiz yerleri – örneğin bir Busch Gardens- bir dahaki sefere bırakmak şartıyla Virginia’dan ayrılarak ayrılıyoruz.

Amerika’da Cuma namazi

Baltimore civarinda bir kac tane cami oldugunu biliyorum. Bir tanesi columbia’da. Ancak bunlar sizin bildiginiz manada cami degil zaten mesjid olarak geciyor. Ben geldigim gunden bugune kadar sadece iki Cuma kilabildim. Ikisi de johns hopkins universitesi ogrencilerinin her dinden ibadetlerini yapabildikleri international faith center’da. Bu merkez kilise seklinde oturaklari falan olan bir yer ama Cuma gunleri bos alana ortu sererek namaz kilinabiliyor. Namazi musluman ogrenci toplulugu organize ediyor ve yine ogrencilerden biri kildiriyor. Eh burasi amerika olunca vaaz da ister istemez ingilizce oluyor. Her milletten musluman olmasi insama ayri bir haz veriyor herkes kendi gelenegindeki gibi namazini kiliyor. Hutbeye cikacak yer olmadigi icin kursuden anlatiyor imam. Ayrica bayanlar da kilisenin sag tarafinda yerlerini alip vaazi dinliyorlar.

metro ve otobus yolculugum

Okul basladi ve yolculuk gunleri de beraberinde baslamis oldu. Ilk gun okula gec kalmamak amaciyla Cuma gunu ilk metro deneyimimi yasadim. Burda metro kimi zaman yerin altindan kimi zaman da yerin 20-30 metre uzerinden gidiyor. Oturdugum yere 100 metre vs. kadar uzaklikta oldugu icin metroyu kullanmak akillica. Ilk gun metroye binerken nasil oderim kart mi alirim diye dusunuyordum giris kapisina geldigimde gorevliye nereden bilet alabilecegimi sordum, o da bana bugun ucretsiz dedi. Hayirdir dedim icimden onemli bir gun mudur acaba diye dusundum. Sonra downtown baltimore’da indim ve otobuse bindim. Ilk defa bindigim icin yanimda bozuk para getirmistim ( bir sefer 1.60 dolar ). Sofore para odemek istedigimi soyledim. Bana sadece kafa isaretiyle ileri gecmemi soyledi. Ben gittim yerime oturdum. Ayrica yeri gelmisken hemen otobusun iciyle alakali seyler soyleyeyim. Gozlerim ilk once dur dugmelerini aradi. Ama maalesef ona benzer bir sey goremedim. Ben de inenleri izledim. Otobus penceresinin bir basindan obur basina kadar uzanan bir ip\kablo benzeri bir duzenege elinizi dokundurmaniz yeterli otobusu durdurmak icin. Ilginc bir sey de buradaki otobus soforlerinin cogu bayan. Insan bir garip oluyor. Bir ara eskisehirde de vardi bi bayan sofor de sonradan ortadan kayboldu. Neyse, inmeye yakin sofore yaklasip tekrar odeme yapmak istedigimi soyledim. Adam garip bir sekilde tekrar kafasini salladi kabul etmedi ben de inecegimi soyledim yina kafa isaretiyle tamam dedi ben de indim. Geri donuste de belki para almazlar diye bekledim ama nafile. Tek seferlik otobus ucreti takdir edersiniz ki oldukca pahali. Ancak bir ay boyunca sinirsiz yolculuk yapabileceginiz kartlar var aylik sadece 39 dolar. Tabi eger ogrenci iseniz. Otobuste ve metroda gunluk sinirsiz kullanim hakkiniz var. ama sunu da aklinizdan cikarmayin amerika’da her yere otobus ve metro ile gidemezsiniz. Cogu kimse gibi araba almaniz gerekebilir. Bu konuda calismalarim devam ediyor. Oyle ilginc bir seyki burada metro duraklarinda kocaman park alanlari var. insanlar metro duragina sabahlari arabalari ile gelip arabayi bu duraklara park ediyorlar ve aksamlari da tekrar arabalari ile evlerine donuyorlar. Nasil guvenip de birakabiliyorlar derseniz, park alanlarinin her yerinde guvenlik kameralari var. son olarak da otobuse binenler burada cogunlukla zenciler. Hatta gecen gun kendimi bir afrika ulkesinde tek beyaz adam gibi hissettim zira sofor dahil otobusteki herkes zenciydi.

okulum ve dinler arasi diyalog uzerine

biraz da okuldan bahsetmek istiyorum. college of notre dame of maryland diye geciyor uzun ismi. ben okulun ingilizce kismindayim yani devamli ogrencisi degilim. okul bu civarda kaliteli ingilizce egitimi veren nadir muesseselerden. ozellikle de f-1 vizesi almada kolaylik sagliyor. bunun yaninda biraz pahali oldugunu soylemeliyim.
derslerin islenis bicimleri bizim bildigimiz manada degil bir kere. oyle hoca tahtaya gecip ders anlatmiyor. sinifta zaten en fazla 10 kisi oldugumuzdan dersleri bir dairenin etrafina gecerek isliyoruz. belki inanmiyacaksiniz ama dersler en az 1 saat 40 dakika suruyor. hic ara yok. ben bile kendime hayret ediyorum cunku tr'de hic bir dersi 50 dakika boyunca dinledigim vuku bulmamistir. dersler genelde uygulama esasli gidiyor. ornegin bir writing dersiyse surekli bir seyler yaziyoruz, speaking dersiyse surekli konusuyoruz ve grup calismalarina agirlik veriyoruz. ister ders saatinde isterse de ders sonrasinda ikili gruplar halinde odevler yapiyoruz. bu anlamda okul egitim sistemini gercekten ispatlamis.
kampus fazla buyuk sayilmaz. isin ilginc yani okulda yalnizca kiz ogrenciler var. kadinlarin gelisimini kendine hedef secmis. ayrica okulun guclu bir dini tarafi var ki sagda solda rahipler ve rahibeler goruyorsunuz. katolik inancini mumkun mertebe yasayamaya ve yasatmaya calisiyorlar. onumuzdeki hafta easter var ve okul uc gun boyunca tatil olacak. dini inanclar konusunda oldukca hassaslar. hatta size ilginc bir sey anlatacagim. gectigimiz hafta okuldaki bir grup suudi ogrenci bana gelerek sister mary bizimle mescid konusunu gorusecek dedi. kadin bizi cagirdi ve aynen sunlari soyledi. bildigim kadariyla sizler gunde bes vakit namaz kiliyorsunuz, bu yuzden sizlere ibadet edebileceginiz bir oda ayarlayacagiz. ayrica odanin yan tarafindaki lavabolari da abdest almak icin kullanabilirsiniz. bu sozler karsisinda ne kadar sasirdigimi tahmin edebilirsiniz. zira geleli yalnizca bir ay oluyor ve her sey gibi bu meseleyi de ister istemez tr'deki uygulamalarla kiyasliyorum. inanc ozgurlugu sanirim bu olsa gerek. ayrica bizi okulun dini inanclar temsilcileriyle tanistirdi. bu grupta farkli mezheplerden hristiyanlar, muslumanlar ve yahudiler var. belli araliklara bir araya gelerek toplantilar duzenliyorlar. tek amaclari birbirlerini daha iyi anlamak. hatta belli zamanlarda her bir inanc sisteminin ibadet yerine giderek nasil ibadet ettiklerini yerinde izliyorlar. bazen bir camiye bazen de bir sinagog'a gidiyorlar. onumuzdeki pazartesi aksami yahudilerin ozel bir kutlamasi var. yemekli olacak ve dualar edilecek. ben de davetliyim. her ne kadar suudi arkadaslar bu tip etkinlikleri faydasiz olarak telakki etseler de ben yararli olacagi inancindayim. ayrica bundan sonraki toplantilarina da katilmami istediler. ben de buyuk keyif alacagimi soyledim. bu izlenimlerimi de sizlerle paylasirim insallah.

her sey farkli

evet, su amerikada bildiginiz her sey farkli. o yuzden gecenlerde amerikan kulturu dersinde ders hocasina "burasi bir ulkde degil, bir kita da degil, burasi apayri bir dunya oyle ki bildigimiz dunyadan da farkli bir uzayda yasayan bir dunya" dedim. nasil olmasin. bir kere her sey cok buyuk. insanlar evler arabalar yollar supermarketler. insanlar hicbir seyi tane ile almiyor. ya duzineyle ya da daha buyuk miktarlarda aliyor. olcu sistemleri tumuyle farkli. sanki sirf farkli olsun diye de farklilar olmasi insani cileden cikartiyor. ornegin km. yerine mil. metre yerine feet cm yerine inch, kg. yerine lb., litre yerine galon kullaniliyor. bunlara ilaveten elbise. ayakkabi olculer zaten tumden farkli. sicakliklar hala fahrenheit ile olculuyor. geldigimden beri ne en yuksek sicakligi ne de en alcak sicakligi anlayabilmis degilim. arabalar otomatik vites, tarihler ters vs. vs. vs. bu yuzden israrlar soyluyorum burasi apayri bir dunya...

kutlu dogum haftasi

malum icinde bulundugumuz ay artik kutlu dogum ayi olarak aniliyor. onumuzdeki haftalarda amerikanin bir cok eyaletinde kutlu dogum etkinlikleri duzenlenecek. bizler de nasip olursa ayin 15inde virginia'a da olucaz ve kutlu dogum munasabetiyle duzenlenen gecede kurani kerim ile ruhlarimizi dinlendirip mustafa demirci ve dursun ali erzincaliyi dinleyecegiz.
bu mubarek gunlerin heyecaniyla boyle bir etkinligi cevremdeki insanlarla paylasmak istedim. okuldaki suudi arkadaslara kutlu dogumu bildiklerini farz ederk programdan soz ettim. birdenbire hic beklemedigim bir tepki ile karsilastim. bana boyle bir programa kesinlikle katilmamami soylediler. nedenini sordugumda bunun bid'a oldugunu ve peygamber efendimizin bu tur kutlamalara karsi ciktigini soyledi. hatta bu konuya dair bir de hadisi serif siralayiverdi. sok ustune sok yasamistim. peygamber efendimizi anmanin, onun yeryuzunu aydinlattigi bir gunu kutlamanin ne gibi bir sakincasi olabilirdi ki. tabii tum bunlari aklimdan gecirirken mevlid'in ve kutlu dogum'un yalnizca bize ait bir kultur oldugunu unutuvermistim.

amerika dedikleri

( nahnu.org icin kaleme alinmistir )

amerikada son gunlerde bi garip, acayip zaman zaman icimi titreten hadiseler basimdan geciyor. oyle kolay degil ya memleketten binlerce mil ( bakiniz mil dedim km demedim ) otede insan neyi nasil yapacagini cogu kez bilememenin yaninda bir de alisageldigi seyleri ozluyor ya cok kisa sureligine de olsa. bir kere yemekleri dusunecek olursak henuz patatesli yumurta zenginliginde sabah kahvaltilarina baslayamamasi olmanin ezikligiyle okula variyorsun. ardindan 3 saatlik non-stop (yahu ben buna nasil dayaniyorum ) ders eziyetinin ardindan oglen yemegi yiyebilmek icin kafetaryanin yolunu tutuyorsun. sunu mu yesem bunu me yesem acaba onun icinde ne var karmasasindan kurtulsan bile nerde yahu bizim lahmacunumuz donerimiz geyiklerine girmek bile istemiyorsun. bazen icinden hic bir sey yemek bile gelmiyor.
derken aksam oluyor belki evde belki baska bir eyallette bir de bakiyorsun gun bitiyor. gun geliyor ulker biskuvileri satan bir rus marketinde cocuklar gibi seviniyor, gun geliyor mp3 playera kaydettigin memleket kokan pop ezgileriyle dalip gidiyorsun. uyandiginda onunde duran kocaman bir roman hemide ingilizce, ay sonuna kadar bitmesi lazim, sirf yasadigimiz topluma yabanci kalmayalim diye okumak icin yirtindigim the baltimore sun gazetesi ve bir tabak popcorn.
hadi amerika bizi kulturel soka ugratmadi diyelim. hic mi hasret yok hic mi gonlunden gecmiyor bir avrupa ulkesinde yasamanin dayanilmaz hafifligi. ama yok iste oyle ucuza kofte. burasi amerika. ya sev ya terket degil sadece yasamak icin...