7 Ekim 2007 Pazar

Yeniden Türk Sineması

En son Polis filmiyle mola verdiğim Türk filmleri rüzgarına dün akşam itibariyle yeniden dönmüş bulunmaktayım. Belki biraz vakit ayırabildiğimden belki de gazetede haberini okuduğum NewYork Türk Fimleri festivalinin de etkisiyle bir kaç Türk filmi elime geçince değerlendireyim istedim. Bu yazıda Babam ve Oğlum, Dondurmam Gaymak filmlerini kendi penceremden bakarak tenkit etmeye çalışacağım.

Babam ve Oğlum

2006 başlarıydı ben Amerika hazırlıklarına başladığımda. O dönem, Türk sinemasını adeta zirveye taşıyan bir film, Babam ve Oğlum sinemalardaydı. İzleme fırsatı bulamadığımdan, hiç olmazsa yanımda Cd’sini götürür Amerika’da izlerim diye düşünmüştüm. Son bir kaç günde yolda geçerken bir işportacıdan 2 YTL’ye almıştım sinema kaydı kalitesiz bir kopyasını. Amerika’ya geldiğimde ikinci CD’nin bozuk çıkmasıyla az kızmamıştım, hem kopya CD satan işportacıya hem de korsana ortaklık eden kendime. O gün bugündür, Babam ve Oğlum filminden ne zaman söz açılsa bir türlü ikinci yarısını görememiş olmanın ızdırabı saplanırdı bir yerime ta ki dün akşama kadar.

Azm ettim, aradım taradım, interneti altına üstüne getirdim, Babam ve Oğlum’un güzel bir kopyasını temin ettim. Dün akşam da keyifle izledim. Şimdi gelelim film yorumlarıma:

Evvela, filmin duygusal dokusuna söylecek sözüm yok. Film, izleyenleri ağlattığı kadar varmış gerçekten. O yılları yaşayan bir kuşak öncesinin elbette ki filmden aldığı haz bizimkiyle kıyaslanamaz. Ancak, bizim kuşağa daha yakın duran Çağan Irmak, darbe yıllarının etkisini insani değerler üzerinden oldukça iyi ele almış diyebilirim.

Oyunculuklara gelince: Kadro itibariyle göz doldurması gereken filmde, Deniz rolünü ustalıkla kıvıran ufaklık ve Çetin Tekindor dışındakilere tam not veremiyorum ne yazık ki. Yetkin Dikinciler’in salak oğlan tiplemesine hiç gitmediğini, özellikle hastane kantininde ağlama sahnelerinde yapmacık göründüğü iddiasındayım. Hümeyra’nın ve diğerlerinin de Ege ağzını çok da iyi kullandıklarını söyleyemem. Yer yer İstanbul Türkçesi’ne kaçan konuşmalar – belki Egeli olduğumdan- bana oldukça kulak tırmalayıcı geldi. Her ne kadar, filmi birlikte izlediğim arkadaşlarım şive farklılığını hissetmediklerini söyleseler de, ben Özge Özberk’in filmde kısa süreliğine dahi olsa görünüp doğru dürüst Ege ağzıyla konuşamamasına şaştım kaldım. Acaba diyorum, bu insanlar film çeklmeden önce şöyle bir altı ay kadar bu yörede kalıp dili iyice yalayıp yutup ondan sonra mı oynamalılarmış?

Netice itibariyle, bu saydığım bir kaç küçük ayrıntı haricinde, yakın geçmişimize ışık tutması, bir de madalyonun öbir tarafını göstermesi açısından izlenmesini faydalı buluyorum.

Dondurmam Gaymak

Yerel tadlar arayışım devam ederken, geçen senenin aklımda kalan yapımlarından biri de bu filmdi. Nihayet izleme fırsatı buldum ve filmi acımasızca eleştirme kararı aldım, üstelik yurtdışında pek çok ülkede gösterildiği gerçeğini öğrendiğim halde.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminden sonra, Ege şivesine bu denli yaklaşabilen başka filme rastlayamadım. Sanırım bu hususta, oyuncuların yerelliği oldukça büyük bir handikap. Babam ve Oğlum bu handikapı sanıyorum güçlü oyuncularla aşmaya çalışmış. Dondurmam Gaymak ise her iki filmin arasında duruyor. Hem deneyimli oyuncuları, hem de yerel tiplemeleri başarıyla bir arada tutabilmiş. Ancak, bu demek değil ki, filmi tavsiye ediyorum.

Filmde bazı unsurların özellikle gözümüze sokulmasından rahatsızlık duydum. Şöyle ki, rüyasından kalkan dondurmacını gün boyu cenabet (filmde bu şekilde geçiyor) bir vaziyette dolaşması, bu lafın ikide bir d tekrarlanması, hatta camiye gelen çocuklar arasında alay konusu olması beni pek hoşnut etmedi ne yazık ki. Hatta, filmin bir yerinde plajdaki üstsüz bayanlara odaklanan kamera ise, adeta TeleVole programı izliyormuşum hissi uyandırdı bende. (Yeri gelmişken, Amerikan plajlarında üstsüz bayanlara rastlamadığımı da burdan hatırlatayım istedim)

Filmde tipik bir Ege insanının hayatı böyledir gibi bir mesaj veriliyorsa ben buna da karşıyım. Sabah cunüp olarak işe giden, plajda üstsüzleri dikizleyen, akşam meyhanede kafayı çeken, sonra sabah namazına camiye giden bir kimse, kesinlikle ‘Aslında bizim insanımız böyledir: Namazını da kılar, içkisini de içer’ katakullisine alet edilecekse ben yokum.

Filmin cami sahnelerine sıra geldiğinde, içimden bu kez yine Takva filmindeki gibi klasik Türk Sineması Hoca tiplemesi ile karşı karşıya kalmasak dedim. Önce aklı başında biri larak sunulan cami hocası lafı nasıl olduysa döndürüp dolaştırıp cenabet kelimesine getirdi ve yine bizim dini hassasiyetlerimiz alay konusu edilmiş oldu.

Filmin göstere göstere ÖDP propagandası yapması ise, hiç anlamadığım kısımlarından biriydi. Üstelik Kültür v eTurizm Bakanlığı’nın katkılarıyla hazırlanan bir filmde, siyasi bir partinin hem bayrağının hem de ideolojisinin yer alması, sinemayla hiç bağdaşır gibi de gelmedi bana.

Filmin siyasi göndermeleri yalnızca bununla sınırlı değildi. Türk Halkının yüzde 60’I aptal diyen gazeteciye hak veren söylemler ve Yılmaz Güney filmlerine düzülen methiyeler de bu siyasi tarafgirlikten nasibini almış gibi gözüküyordu. Yeri gelmişken, karakolda kömünizm lafını duyunca deliye dönen polis memurunu da unutmamak lazım.

Netice itibariyle, çok da sırıtmayan Ege şivesiyle bu filmden geriye kalan: Zeybek TV ile yerel kanalların ilk zamanki nostaljileri, ihtiyar amcanın filmin sonlarına doğru verdiği güzel mesajlar, Tolga Çandar’ın oyunculuk denemesi ve Baba Zula’nın müzikleri oluyor. Ailecek izlenmesi tavsiye edilmez.