7 Ekim 2007 Pazar

Anne ya da Leyla

Reis bey ve Kelebekler Sonsuza Uçar filmlerinden sonra peşine düştüğüm Mesut Uçakan’ın son filmlerinden biri olan Anne ya da Leyla’yı nihayet izleyebilme imkanı bulabildim. Mesut Uçakan, en son 1995 yılında Ölümsüz Karanfiller’i çevirdikten sonra uzunca bir süre ortalarda gözükmemişti. Bu nedenle, yönetmenin olgunluk çağlarının bir meyvesi olacağına inandığım bu filmi kaçırmak istemedim.
Anne ya da Leyla, annesi ve sevgilisi arasında tercih yapmak durumunda kalan bir gencin dramını anlatıyan bir filmin adı gibi geldi önce. Ardından, hikayeyi okuduğumda farklı bir maceraya doğru sürükleneceğim heyecanıyla filmi izlemeye koyuldum.
Filme dair yapılabilecek en genel değerlendirme, filmin kendine has bir uslubu olduğu denilebilir. Öyle ki, film yer yer geçmişe götüren, yer yer de gelecekten kesitler sunan akışıyla çok zamanlı bir senaryoya sahip.
Oyunculuklar açısından ele alındığında, Mesut Uçakan yine bir manken kızımızı başrole oturmayı tercih etmiş. Ancak bu sefer, yalnız değilsiniz filmindeki gibi arayışa yönelmeye filan kalkmıyor başrol oyuncumuz. Aksine, filmin az bir kısmında yer aldığı için adeta konuk oyuncu muamelesi de görüyor izleyici tarafından. Ha bir de, bu filmin medyada geniş yer almasında bu manken/şarkıcı hanım ablamızın da hiç yabana atılmayacak kadar katkısı olduğunu da unutmayalım.
Filmi götüren hiç şüphesiz minik oyuncu Oğulcan ile Turgay Başyayla olmuş. Başyayla, saf ve temiz Anadolu gencinin İstanbul kenti ile kesişen mücadelesini başarılı bir şekilde sahneye yansıtmış. Oğulcan da her ne kadar ‘budur’ dedirtecek kadar olmasa da rolünün hakkını vermiş denilebilir.
Filmin müzikleri, en az Mesut Uçakan kadar hasretle beklediğimiz Gündoğar’a ait ve filmin bir kaç sahnesinde türkücü Gökmen de elinde sazıyla İstanbul sokaklarında türkü söylerken görülüyor.
Mesut Uçakan, bu filminde de mesaj kaygısını arka plana atmamış. Belki de, bu defasında daha genel bir izleyici kitlesine hitap edip mesajını milyonlara iletme kaygısına düşmüş de denilebilir. Mesaj kısmından ise benim anladığım, İstanbul’dan hareketle artık dünyanın iyice yaşanmaz bir hale doğru sürüklendiğidir. Hayat kadınları, arka sokaklar, canına kasteden travestiler, erkek çocuklarını kanun dışı filmlerde oynamaya zorlayan eli silahlı adamlar ve sokağın onca kalabalığı içinde kaybolup giden iki hayalperest. Belki de son söz olarak hayat kadınları diye bildiğimiz, Tolstoy’un Diriliş romanına ise genel kadın diye tabir edilen kadınların da birer insan oldukları, hatta kimimizin Annesi kimimizin de Leylası olabileceği akıllarda kalıyor. Ve tabii bir de filmin sloganı: Dedi ki, herkesin bir Leyla’sı vardır.
Filmin web sayfası: http://www.anneyadaleyla.com/