Elbette dünyayı gezmeden böyle bir söz söylemem size oldukça iddalı gelebilir. Ancak, Florida’da yaşayan yüzlerce farklı milletten insan da benimle aynı görüşü paylaşıyor olmalılar ki, dört mevsim güneşin eksik olmadığı bu tatil beldesini kendilerine mekan olarak seçmişler.
Florida eyaleti ve Miami şehrine dair bildiklerim yine televizyonlardan edindiğim bilgilere dayanıyordu. Bir de Will Smith’in bir dönem dilimize dolanan şarkısı ‘Welcome to Miami’ aklıma geliyordu. Tüm bu imgeler zihnimde nasıl oluyorsa palmiye ağaçlarına dönüşüyordu ki hiç de yanılmıyor olduğumu sonradan görecektim.
Florida’ya gidişimiz ansızın oldu, hayatın pek çok kararı son anda veren biz gibiler için bu çok da şaşırtıcı değildi aslında. Pazar günü Ft. Lauderdale şehrinde düzenlenecek olan Türk festivaline katılma bahanesiyle kış ortasında yazın tadını çıkarma amacı güden gezimiz Cuma akşam Philadelphia’dan kalkan uçakla başladı.
Uçak biletlerini bir hafta öncesinden alma girişimlerimiz esnasında, Ft. Lauderdale’e uçak bulamamış olmamız bile bizi gitme düşünesinden alıkoyamadı. Üç günlük tatili fırsat bilen Amerikalılar çoktan rzervasyonlarını yapmışlardı. Bu durumda bizde gidiş uçağı Orlando’ya dönüşü de Ft. Lauderdale’den olacak şekilde bir ayarlama yaptık. Orlando’ya gece 12 gibi indikten sonra bir otelde kalacak, ertesi sabah kiraladığımız bir araba ile Miami taraflarına doğru yol alacaktık. Hesaplarımıza göre arabayla 3 saatlik bir yolculuktu bizi bekleyen.
Bir Southwest hikayesi
Uçak biletlerini Southwest’ten aldık, yeri gelmişken bu firma alakalı biraz dedikodu yapalım. Geçtiğimiz yaz, mini etek giyen bir genç bayanı kıyafeti ‘uygunsuz’ olduğu için uçaktan indiren havayollarının ta kendisiydi bu. Genellikle muhafazakar ailelerin kendilerini tercih ettiğini söyleyen hava yolları bu uygulama yüzünde bir hayli gündemde kalmıştı. Bunun üzerine, uçaktan atılan genç ve alımlı bayan kanal kanal dolaşmış ve eteğinin boyunu göstererek ne kadar ‘masum’ olduğunu ispatlamaya çalışmıştı. Hatta, aynı bayan hazır fırsatı yakalamışken bir de meşhur bir erkek dergisine gayr-i ahlaki pozlar vererek milyonlarca doları da cepe atmayı ihmal etmemişti. İşin daha ilginç yanı, Southwest havayolları 70li yıllarda mini etek giyen hostes uygulamasını ilk başlatan şirketti ve internette yazan yorumlara göre bu konuyu sorun haline getirecek son şirket olmalıydı. Neden derseniz, Youtube’da bir aram yapmanız ve o yıllarda bu havayollarının hosteslerinin etek boyuna bakmanız yeterli olacaktır. Fazla sözü uzatmadan, böyle bir şirketle yolculuk yapmak da benim için ayrı bir anekdot oldu diyebiliim.
Uçak yolculuğu
Amerika’ya geleli neredeyse iki yol olmuştu ve ben uzunca bir aradan sonra tekrar uçağa binecektim. İç hat seferlerinde küçük uçakların kullanıldığı bilgisinden fazla tecrübem de yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla, bu yolculuk da benim için ayrı bir ilk sayılırdı. Uçağın kalkmasına bir saat kala perona geldiğimizde önce check-in yapıldığını gördük. Bu işlemi internetten yaptığımız için doğruca bilet kontrol bölümüne ilerledik. Bu esnada, ayakkabılarımızı kemerlerimizi ve tüm elektronik cihazları da çıkararak x-ray’den geçtik. Biletlerimizde koltuk numarası yazmasına karşın, hostesin ‘ güzel bir bayan bulup yanına oturun’ sözünden anladığımız kadarıyla istediğimiz yere oturabileceğimiz sonucuna vardık. Uçağa binen son yolcular biz olduğumuz için de en arkalardan yer bulabildik.
Gece vakti olduğundan mıdır, yoksa uçak dar olduğundan mı ben pek bir sıkıldım uçağın içinde. Ardından yolculuğumuz başladı ve gece 11.30 civarı Orlando’ya indik.
Araba kiralama maceramız
Ardından ilk iş araba kiralamak oldu. Ancak bu göründüğü kadar kolay olmayacaktı. Çünkü, rezervasyonumuz yoktu ve kiralama şirketlerinde araba kalmamıştı. Uzun kuyrukların bulunduğu firmalar ise günlük 150 dolar gibi astronomik rakamlardan söz ediyorlardı. Bizde bu fiyatlar havaalanında böyle dışarda bir yerde bu fiyattan çok daha aşağıya kiralarız diye başka bir firmanın servis aracına binip şehre doğru yol aldık. Heyhat, bu firma bize diğerlerinden daha yüksek rakam söylemesin mi? Meğer, bu hafta sonu Daytona’da araba yarışları varmış ve her yer dolu olduğu için fiyatlar bu kadar yüksekmiş. Başa gelen çekilir hesabı biz de paşa paşa yüksek fiyattan da olsa arabamızı kiraladık.
Bu esnada diyalog kurduğumuz zenci çalışan da bizi gece yarısı hayli güldürdü. Eleman araba kiralamanın yanında bize gişelerden sınırsız geçiş ve navigation (otoyolda yol bulma sistemi) kiralamaya çalıştı. Maliyetleri olabildiğince minimuma indirmeye çalışan bizler de Florida’da hiç bir sokağı bilmememize rağmen bu tekliflerini geri çevirdik. Zenci eleman, bak kaybolursanız karışmam, florida’dan girer california’dan çıkarsanız dediyse de bizleri ikna edemedi. Hatta, kaybolursak seni arar yolu tarif et deriz diye de kafa bulduk elemanla. En komiği de elemanın bizim herhangi bir planımız olmadığını öğrendiğinde oldu. ‘Nasıl yani, ben Florida’ya gidiyorum deyip uçağa atladınız öyle mi?’ türünden sorularla şaşkınlığını gizlemeyen bu komik arkadaş içimizden birinin ‘Sen niye araba yarışlarına gitmiyorsun’ sorusuna da ‘150 dolar, çok istiyorsan sen git’ diye cevap verdi.
Orlando-Miami yolculuğu
Gecenin ilerleyen saatlerinde otel kiralamaktan vazgeçip basalım miami’ye gidelim görüşünde birleşince geceyi yollarda geçirdik. Araba sürmüyor olmama karşın arka koltukta kıvrana kıvrana sabahı zor etim. Hatta bir ara, girdiğimiz bir 7 Eleven mağazasına giren çıkan müşterilerin hispanik, zenci ve gangster tipli olmalarından tırstık ve hemen oradan uzaklaştık.
Miami ve civarı
Yolda dura dura geldiğimizden olsa gerek, Fort Laudardale şehrine vardığımızda saat sabahın yedisiydi. Sabahın seherinde ne bir esinti de de bir soğukluk vardı. Hava yumuşacıktı ve insanın içine huzur veren palmiye ağaçları da bu hislerimizi perçinliyordu. Kahvaltıydı, yön bulmaydı derken saat 11’e kadar sağda solda dolandık durduk. Ardından, sırasıyla Miami downtown ve Key Bescane yerleşim yelerini dolaştık. Evlerin kusursuz mimarisinden, doğal güzelliklerden konuştuk durduk. Sibel Can’ın da buralarda bir yerlerde yaşıyor olduğunu biliyor olmamıza etrafa şaşkın gözlerle bakan bizlere ayrı bir eğlence konusu oldu. Milyon dolarla ifade edilen, sokak yerine su kanalları ekseninde kurulan ve her evin önünde bir yat demir atmiş bulunan bu mahallelerden geçerken hep ‘insanoğlunun dünya nimetleri adına ulaşabileceği son nokta herhalde bu olsa gerek’ diye de düşünmeden edemedik.
Evet, Miami bugüne kadar Amerika’da gördüğüm en güzel şehir diyebilirim. Mavi ve yeşilin mükemmel uyumunun yanı sıra, etrafın düzenli ve tertemiz oluşu, havanın kış ortasında bile 25 derece civarında dolaşması, Avrupai şehir anlayışına uygun olarak toplu taşımacılığın gelişmiş olması, insanların kuzey eyaletlerin aksine eve hiç girmeyişi vb. gibi bir çok neden sıralayabilirim. Ama sanırım bunların içinde en çok insanın hoşuna gideni Miami’nin dünyanın dört bir yanından gelen bin bir türlü insana bir şeyler verebiliyor olması. Bir hususu da atlamadan geçmeyelim: Bu bölgelerde resmi dil İspanyolca desek yerinde olur sanırım. Zira neredeyse bütün işyerlerinde çalışan insanlar hispanikti. Hatta, Subway'de masada oturmuş yemek yiyen 3 postacının kendş aralarında ispanyola konuştuklarını duyduğumda 'bu kadar da olmaz' demiştim.
Türk Festivali
Bizim de payımıza düşen, senede bir defa düzenlenen Türk festivaline katılmak oldu. Bu yıl ikincisi düzenlenen festival, 3000 civarında katılımcısıyla oldukça renkli ve görkemli idi. Katılımcıların yüzde 95’inin yabancı olduğunu söylesem sanırım abartmış olmam. Festival zaten yerel yönetimin de desteğini aldığı için şehirde yaşayan halk tarafından oldukça sıcak karşılanmış. Festival alanına yaklaştıkça sizi yönlendiren tabelalarda hep Food (yemek) vurgusu yapılıyor. Bunun nedeni, Ameikalıların damak zevklerine düşkün olmaları ve farklı lezzetleri deneme istekleri. Yemeğin cazibesine kendini kaptıran ziyaretçiler, bir yandan da etrafta kurulu standları dolaşıyorlardı. Neler yoktu ki bu standlarda: Ebru gösterisi, Türk yemekleri dersi, Türkçe kursundan görüntüler, Türkiye fotoğrafları, hat sanatından canlı örnekler, Florida Türk radyosu, şark köşesi ve daha niceleri. Tüm bunlar Türkiyemizin tanıtımı adına değeri milyonlarca dolarla ölçülemiyecek kadar önemli ve getirisi fazla olan adımlardı benim nazarımda. Bir de, festivalin asıl gerçekleştiği sahne vardı ki burada da coşku yine had safhadaydı. Kafkas halk dansları ekibi ve sanatçı Muazzez Ersoy izleyenlere keyifli dakikalar yaşattılar.
Geri dönüş
Festivalin bitmesinin ardından biz de otele doğru yolumuza koyulmuştuk. Ertesi gün erken saatte uçağımız olduğu için erkenden yattık. Her ne kadar uçak 1 saat rötar yapsa da 2.5 saat gibi makul bir zamanda adeta Amerika’nın bir ucundan diğer bir ucuna dönmüş olduk. Bu arada bir de hatırlatma, uçakta yükseklik farkından kaynaklanan baş ağrısını önlemenin yolu sakız çiğnemekmiş, bunu da tecrübe ile ispatlamış olduk.
3 gün süren yolculuğumuzdan geriye, kışın ortasında yaşanan yaz keyfi, otelin açık hava havuzunda ısıtma sistemi olmadan serinleyişimiz, jakuzide Türk hamamlarını hasretle yad edişimiz, vücüdumuzda oluşan güneş yanıkları ve belki de aylarca hafızamızdan çıkmayacak nehir turumuz kalmıştı...