31 Aralık 2008 Çarşamba
30 Aralık 2008 Salı
12 Aralık 2008 Cuma
10 Aralık 2008 Çarşamba
2 Aralık 2008 Salı
28 Kasım 2008 Cuma
25 Kasım 2008 Salı
22 Kasım 2008 Cumartesi
3 Kasım 2008 Pazartesi
Seçimler, ekonomik kriz ve izlenimler...
İlk soruya doğrudan seçimin galibi Obama olacak diyemiyorum. Amerika’da seçimler çok şaşırtıcı sonuçlanabiliyor çünkü. Bunu da bir türlü çözemediğim (halkın da pek çözdüğünü sanmadığım) seçim sistemine bağlayabiliriz. Örneğin geçen seçimlerde George Bush son dakikaya kadar mağlup pozisyondayken Florida’daki oyların tekrar sayılması sayesinde Başkan seçilebildi. Kamuoyunda hala bu seçimde hile yapıldığına dair bir takım kuşkular var. Öyle ki, bu sene bazı eyaletlerde başlayan erken oy verme işleminde elektronik oy verme makinelerinde bir takım problemler yaşandı. Amerika gibi dünyanın gelişmiş ülkesinde seçimlere hile karıştırıldığını düşünmek insanlara garip gelebiliyor. Ama elektronik ortamdaki oylara güvenilmediği için Florida eyaleti eski usül (bildiğiniz kağıt) kullanarak seçimleri gerçekleştiriyor ve sandık noktalarında sonu gelmeyen kuyruklar oluşmaya başladı bile.
Obama mı McCain mi sorusuna anketlere bakarak Obama diyebilmeyi çok isterdim ama yukarıda da sözünü ettiğim gibi burada seçim sonucunu tahmin etmek oldukça zor bir iş. İlginç olan seçimin giderek bir zenci-beyaz mücadelesine dönüştüğünü görmek. Zencilerin tamamına yakını Obama’yı desteklerken beyazların hepsinin McCain’in peşinden gittiğini söylemek pek mümkün değil. Belki de bu yüzden Obama’nın şansı biraz daha fazla. Yalnızca zenciler değil, aynı zamanda azınlık olarak görülen göçmenler de Obama destekçisi. Yeri gelmişken Amerika’da yaşayan Türklerin de Obama’yı başkan olarak görmek istediklerini belirtmeden geçmeyelim.
Seçimle alakalı daha yüzlerce şey söylenebilir, ama şunun şurasında bir günden az bir zaman kalmışken heyecanla sonucu beklemek daha isabetli olacaktır.
Gelelim ekonomik krize. Bize yansıyan yönüyle pek fazla etkisi olduğunu söyleyemeyeceğim ancak krizin sokaklara nasıl yansıdığına dair bir kaç kelime edebilirim. Şöyle ki, benzin fiyatları bu yaz Amerika’nın gelmiş geçmiş en yüksek seviyesindeydi. Şimdilerde bu normal seyrine inmiş gibi de olsa Amerikalıları hayli endişelendirmişti.
Geçtiğimiz Cuma cadılar bayramıydı. Aşağıda videoda izlediğiniz gibi sokaklarda dolaşıp güzel görüntüler elde etmeyi planlıyordum. Ancak, bu sene Cadılar Bayramı için o eski şatafatlı görüntülere rastlayamadığımı itiraf etmeliyim. En azından gaftalar öncesinden başlayan ve her sokağın ışıl ışıl olmasını sağlayan bu dekorasyonlar hayli ilginç görüntüler oluşturuyordu. Bu yıl, çok fazla ışıklı süsleme kullanılmamasını ekonomik krize bağlayamamız acaba yerinde olur mu, açıkçası emin değilim.
Son olarak, geçtiğimiz haftalarda ve bugün başıma gelen iki benzer olayı paylaşmak istiyorum. Birincisi, market önünde arabamın içinde beklerken yanıma yaklaşan birinin benden cep telefonumu istemesiyle başladı. Kaybolduğunu, kendisini alması için amcasına telefon açması gerektiğini söyledi. Ben de bir şey olmaz diyerek telefonumu verdim. Ardından, tren istasyonuna gitmesi gerektiğini söyledi. Ben de tren istasyonu hemen şurada, az ötede dedim. Yürüyerek gayet rahat gidebileceği bu mesafe için bize kendisini arabayla bırakıp bırakamayacağımızı sordu. Arkadaşım, beni de şaşırtan bir hamleyle neden olmasın dedi ve biz elemanı arabamıza almış bulunduk. Bu adam şimdi silah çıkartıp bizden para istemesin diye de aklımızdan geçmedi değil. Ancak , beklenenin tersi oldu. Adam bize trene binecek parasının olmadığını, kendisinin adresini ve telefonunu verebileceğini, parayı geri yolayacağını söyledi. Bu durumda ne yapacağımızı bilemedik. Hemen arkamızda devriye atan polis aracını fark edince, kendisine gidip polisten yardım istemesini söyledik ve adamı arabadan indirdik.
Bir diğer olay da bugün başıma geldi. Dunkin Donuts’tan drive thru (arabadan inmeden) bir şeyler aldıktan sonra ilerlerken arabaya doğru biri yaklaştı ve bu civarı iyi bilip bilmediğimi sordu. Sonra bana uzun uzun bir hikaye anlattı ve en nihayetinde trene binmek için parası olmadığını söyledi. Sadece 4 dolara ihtiyacım var dedi. Adamın hali vakti yerindeydi, elinde de cep telefonu vardı.
Seçimler yarın. Yalnıza Amerika’yı değil aynı zamanda tüm dünyayı yakından ilgilendiren bu seçimler acaba Amerika’da durgunlaşan ve açıktan açığa insanları yoklukla karşı karşıya bırakan ekonomik krize karşı acaba bir çare olabilecek mi? Merakla bekliyoruz....
2 Kasım 2008 Pazar
31 Ekim 2008 Cuma
30 Eylül 2008 Salı
Türk Kahvehaneleri
26 Eylül 2008 Cuma
10 Ağustos 2008 Pazar
TV kanalları
9 Ağustos 2008 Cumartesi
Wireless Sürprizi
Ne yalan söyleyeyim, Türkiye’ye gelmeden önce internet konusunda yağayacağım problemleri hayal ediyordum. Kablosuz ağ bulma sıkıntısı, kablolarla evin içinde dolaşma çilesi vb. vb. Ama nereye gitsem, kimin evin ziyaret etsem karşıma hep AirTies kablosuz modemler çıktı. Meğer Türk Telekom yeni bir kampanya başlatmış ve bu çerçevede herkese kablosuz modem hediye etmiş. Açıkçası çok zekice bulduğum bu kampanya sayesinde Türkiye’nin bir kaç adım öteye zıpladığını söylesem yalan olmaz. En azından ülkemize elinde laptopuyla gelen bir yabancı gittiği her yerde kablosuz modemleri görünce benim gibi mest olacaktır.
8 Ağustos 2008 Cuma
TR izlenimleri
Türkiye’de benzin fiyatları ne kadar yüksek böyle. Benzin almak için girdiğimiz istasyonda çalışan görevliye: Amerika’da fiyatlar bunun 3’te biri dediğimde adam bana: Irak’a girdiler de ondandır diye cevap veriyor. Halbuki şimdilerde galonu 4 dolara kadar yükselen benzin fiyatları Irak savaşından seneler önce 60 cent dolaylarında geziniyormuş.
Türkiye’de kaba bir hesapla, benzinin litresi 3 YTL, galonu (3.78 litre) 11 YTL.
Amerika’da bir galon benzin 3.5 dolar = 4 YTL.
7 Ağustos 2008 Perşembe
The Grand Tour - NY Times
28 Temmuz 2008 Pazartesi
Hometown Baghdad
27 Temmuz 2008 Pazar
Batılılaşma ve Modernleşme
26 Temmuz 2008 Cumartesi
Üç Etiyopyalı Bir Meksikalı Bir de Ben
Baltimore’un en siyah caddelerinden geçerken, bir zamanlar bu sokaklarda arabanın kapılarını sımsıkı kilitleyip Yusuf yusuf modunda nasıl kaçtığımı anlattım. Kader bu ya, yine o sokaklardan birinde bir ranza deposunu arıyoruz. Yıkık dökük, önünde sadece entrance yazan bir binadan içeri ürkek adımlarla giriyoruz.
İçeride İngilizce bilmeyen bir adam bizi karşılıyor. İşaret diliyle anlaştıktan sonra siparişi kamyonete yükletiyoruz. Bu esnada kara kuru bir genç bize 'Siz Türk müsünüz?' diye soruyor. Henüz Amerika’ya geleli üç yıl olmasına rağmen akıcı İngilizcesi dikkatimizi çekiyor. University of Baltimore’da Business okuduğunu söylüyor. Niyetinin Amerika’da kalmak ve ailesini de buraya getirmek olduğunu söylüyor. Yani, Afrika’da yırtan az sayıda insandan biri de ben olayım istiyor.
Ardından gelirken niye baklava getirmediniz diye takılıyor ve biz muhabbete başlıyoruz. Etiyopya’nın Habeşistan olduğunu, Deniz Feneri’nin vakti zamanında oraya yardımlar gönderdiğini konuşuyoruz. Sürekli yardımlar geliyor diyor genç adam, farklı farklı ülkelerden. Hatta, devlete maddi yardımlar bile yapıldığını ancak bu paraları hep devlet büyüklerinin iç ettiğini anlatıyor.
Halkın fakirliğinden konuşuyoruz, Afrika’nın değişmeyen kaderinden söz ediyoruz. Genç adam, suçun insanlarda olduğunu, hiç bir şey yapmadıklarını söylese de ben yine de Afrika’yı vakti zamanında sömüren ve insanları uyuşturucu maddelerle düşüncesiz hale getiren Batı toplumuna kesiyorum faturayı.
Hristiyan olduğunu söyleyince şaşırıyorum. Sonradan öğrendiğime göre zaten halkın yarısı müslüman diğer yarısı da hristiyanmış. Ülkenin içinde bulunduğu durumları soruyorum. Savaşların devam ettiğini, kabileler arası anlaşmazlıkların sürdüğünü, Somali ile sınır problemleri yaşadıklarını da ilave ediyor.
Afrika’nın kaderinin nasıl değişebileceğini soruyorum. Bana: ‘Eğitim’ diyor. Türkiye’den Afrika’nın en ücra köşelerine giden eğitim gönüllülerini soruyorum. Genç adam hatırlamıyor, ama yanındaki arkadaşı bir Türk ilkokulu olduğunu söylüyor. Sonra, İngilizlerin bölgede oynadığı oyunları, Afrika’nın Avrupa’ya kaçırılan maden yataklarını, zengin kaynaklarını hatırlıyor, hatırladıkça bu işin yine ancak eğitimle çözülebileceği konusunda hemfikir oluyoruz.
Sohbetimiz zaman zaman İstanbul ve Türk insanı üzerinde şekillense de genel olarak ben soruyorum O anlatıyor. Hayatımda ilk defa Etiyopya’lı birileriyle tanışan ben Afrika insanıyla bile Amerikalılardan daha fazla ortak paydamız ve dünyaya dair daha benzer kaygılarımız olduğunu görüyorum. Konuşmamız süresince Meksikalı genç işçi de arada Kepasa diyerek söze karışsa da bir şey anlamadığını fark ediyoruz. Bunu da sırf yazının başlığında neden Meksikalı yazdın demeyin diye anlatıyorum.
23 Temmuz 2008 Çarşamba
19 Temmuz 2008 Cumartesi
What is Global Citizenship?
Oxfam Education defines Global Citizen as someone who:
- is aware of the wider world and has a sense of their own role as a world citizen;
- respects and values diversity;
- has an understanding of how the world works economically, politically, socially, culturally, technologically and environmentally;
- is outraged by social injustice;
- participates in and contributes to the community at a range of levels from local to global;
- is willing to act to make the world a more sustainable place;
- takes responsibility for their actions.
17 Temmuz 2008 Perşembe
Flört çocuk yaşlara indi
6 Temmuz 2008 Pazar
Me And The Old Guy
-Hello
-Hello.
- Hi, I live next to you, and I just wanted to stop by and say Hi to you.
- (No reaction from the old guy)
- You may want to know who we are, what we do and so on. I decided to introduce myself and know more about you.
- I don’t care who lives next to me.
( An awkward silence for a minute, I was kind of shocked with this answer, and was about to leave. Then, he starts talking about who lived in our house, in the other houses and said ‘welcome to the neighborhood’ that made me comfortable. Our conversation continues. )
- We have been living here since 1968. Roads were not even paved.
- Really. How about your children?
- We have raised four children here. They all live in New Jersey.
- How old are you?
- I am 82 years old, I got retired when I was 66. I was a judge at the New Jersey Supreme Court.
- Really. My grandpa was 82 when he passes away. (I know this was something mean to say.)
- I guess you are still driving?
- Yes, I am.
- I think you guys always do exercise, and sports. That’s why you are still energetic.
- That might be true.
- My grandpa was a farmer, he worked really hard.
-I see.
(Conversation lasted almost ten minutes. I helped him while he was trying to water the flowers. Then, I asked to leave and he told me that: ‘In any emergency, come an knock on my door. )
This was a good experience for me, I just wanted to share that with you.
VA Beach Norfolk, Yeniden...
Birinci gün: Güya sabah erkenden kalkacak, öğleye doğru Norfolk’a varacak ve böylece Cuma gününden gezmeye dolaşmaya başlayacaktık. Hoş, ziyaretin amacı gezip tozmaktan ziyade eski dostlarla bir araya gelmek olduğu için bu ayrıntıyı atlıyorum. Norfolk’a vardığımda saat akşam beş sularıydı ve akşam yemeğini şehrin en kıyak pizzacısında hallettiken sonra tuttuk Virginia Beach’in yolunu. Independence Day olduğundan sahil şeridine yaklaşık 1 kilometre ötede park edebilecek yer bulabildik ve tabana kuvvet diyerek tuttuk Ocean Front yollarını. Bu kez çok fazla insan ve rahatsız edici bir kalabalık karşıladı bizi. Çok fazla kalmanın bir anlamı yoktu, biz de işlerimizi halledip evin yolunu tuttuk.
İkinci gün: Sevgili Cihad, Amerika’ya adım atalı daha üç gün olmasına aldırış etmeden araba almaya kalktığı için kabak yine bizim başımıza patladı. Taa Washington D.C.’ye 4 saat git 4 saat gel toplam 8 saatlik bir yolculuk yaptık, yeşil renk Honda Civic’le başkasından bulduğumuz çakma bir plaka ile Norfolk’a geri dündük. Tabi eve vardığımızda akşam saat 6’ydı ve ben yorgunluktan direk kendimi yatağa atmışım. Gece kalktık, sabahın dördüne kadar oturduk ve ziyaretin asıl amacı hedefine ulaşmış oldu.
Üçüncü gün: Güya bu sabah erkenden kalkıp yüzmeye gidecektik. Yüzyılın yalanı. Yataktan doğrulduğumda saat 11’i çoktan geçmişti. Neyse ki Erdinç’in kendi elleriyle yaptığı sigara börekleri bunu telafi etti ve o kadar çok yemişim ki öğlen öğününü atlayabilmişim. Asıl macera bundan sonra başlıyor. Bizim eski dostlara saat 1.30 gibi veda ettim. Tuttum New Jersey yollarını. Hava güzel, Chasepeake Bay Bridge üzerinde okyanus manzaralı seyahat bir harika, hele de tüm bunlara Eagles’ın Hotel California isimli şarkısı eşlik ediyorsa değmeyin keyfime diyecektim ki: Tekerlek patladı. Biraz uğraştım, kendim yapabilir miyim diye, somunları bile sökemedim. Belki polis gelir diye bekliyorum, tık yok. Gözünü sevdiğimin New jersey Emergency Service arabaları, ne gelen var ne giden. Ben de patlak lastikle en yakın tamirciyi bulayım derken bir polis arabasına rastladım. Memur beye derdimi anlatınca, sağa çek hallederiz dedi. Arabadan alet edevatları aldı geldi, bir güzel tekerleği söktü. Stepneyi taktık. Ardından da, böyle bir günde hiç bir yer açık değildir, en yakın lastikçi brdan 20 mile ötedeki Walmart diye de yardımcı oldu. Ben kendi kendime bir lastik değiştirme kimbilir kaç paradır diye düşünürken bir yandan da stepneyle New Jersey’e kadar gitmenin planlarını yapıyordum. Saatte 40-50 mile hızla bunun mümkün olmayacağını idrak edince Walmart’ın yolunu tuttum. Allah’tan yeni lastik parası (40 dolar) dışında başka hiç bir ücret talep etmediler ve ben kalan yolumu dönüş trafiğinin de etkisiyle toplam 3 saat gecikmeyle tamamlayabildim. Yine de şükür dedim çünkü onca saat araba kullandıktan sonra sağsalim eve varabilmiştim.
Çıkarılacak dersler:1. Uzun yola gidiyorsanız mutlaka araba kiralayın, lamı cimi yok. Eski arabaya güven olmuyor.
2. Yanınıza mutlaka yeterli para alın, yoksa benim gibi lastik değiştirmeden önce banka hesabımda yeterli para var mı diye kıvranır durursunuz. Ah bir de çekici falan gelseydi o zaman hapı yutmuştuk.
3. Abicim illa arabayla gitmek şart mı ya, otobüse bin, uçağa atla ne bileyim. Gerçi bu dediklerim çok da geçerliliği olan şeyler değil şu Amerika’da ama yine de 24 saat araba kullanmak kadar iğrenç bir şey yok.
4. Yanına mutlaka bir fotoğraf makinesi al. Yok, bu sefer gezdiğimiz yerleri değil, üç arkadaş şöyle beraber bir resmimiz yok. Sorsalar kanıt gösteremiycez. Arda kalan yorgunluk da cabası.
1 Temmuz 2008 Salı
Abortion değil Adoption
7 Haziran 2008 Cumartesi
Why Not Again?
It was able to create a continental super-state that stretched from ocean to ocean, and from northern climes to tropics and deserts. Within its dominion lived hundreds of millions of people, of different creeds and ethnic origins.
One of its languages became the universal language of much of the world, the bridge between the peoples of a hundred lands. Its armies were made up of people of many nationalities, and its military protection allowed a degree of peace and prosperity that had never been known. The reach of this civilization’s commerce extended from Latin America to China, and everywhere in between.
And this civilization was driven more than anything, by invention. Its architects designed buildings that defied gravity. Its mathematicians created the algebra and algorithms that would enable the building of computers, and the creation of encryption. Its doctors examined the human body, and found new cures for disease. Its astronomers looked into the heavens, named the stars, and paved the way for space travel and exploration.
Its writers created thousands of stories. Stories of courage, romance and magic. Its poets wrote of love, when others before them were too steeped in fear to think of such things.
When other nations were afraid of ideas, this civilization thrived on them, and kept them alive. When censors threatened to wipe out knowledge from past civilizations, this civilization kept the knowledge alive, and passed it on to others.
While modern Western civilization shares many of these traits, the civilization I’m talking about was the Islamic world from the year 800 to 1600, which included the Ottoman Empire and the courts of Baghdad, Damascus and Cairo, and enlightened rulers like Suleiman the Magnificent.
Although we are often unaware of our indebtedness to this other civilization, its gifts are very much a part of our heritage. The technology industry would not exist without the contributions of Arab mathematicians. Sufi poet-philosophers like Rumi challenged our notions of self and truth. Leaders like Suleiman contributed to our notions of tolerance and civic leadership.
And perhaps we can learn a lesson from his example: It was leadership based on meritocracy, not inheritance. It was leadership that harnessed the full capabilities of a very diverse population–that included Christianity, Islamic, and Jewish traditions.
This kind of enlightened leadership — leadership that nurtured culture, sustainability, diversity and courage — led to 800 years of invention and prosperity.
5 Haziran 2008 Perşembe
Ve Obama kazanır...
Obama'nın Demokrat parti adaylığının kesinleşmesi sonrasında Türkiye'nin bu süreçte nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair enfes bir yazı:
İslam Doğru-Türkiye Amerika’daki değişimi görüyor mu?
30 Mayıs 2008 Cuma
İnternet Sizi Kontrol Etmesin, Siz İnterneti Kontrol Edin
2. Okuma alışkanlığımız azalıyor: Zaten fazla okuyan bir toplum değiliz. İnternetin de günlük hayatta yerini almasıyla birlikte pek çoğumuz artık gazeteleri web sayfalarından takip ediyor. Bunun bedavaya gazete okumak gibi güzel bir avantajı olmakla birlikte, onlarca bilgi yığını arasında kaybolma ve gerekli gereksiz her linke tıklayarak makale okumaktan çok resim ve videolarla zaman öldürmek gibi olumsuz yanları da mevcut. Selçuk Hoca'nın da söylediği gibi, internette okuduğumuz yazılarla kendimizi kandırarak eskisi gibi ne gazete ne de kitap okuyoruz.
3. MSN, Facebook ve diğer sosyal ağlar ile sosyalleşmiyor, bilakis asosyalleşiyoruz: Hiç şüphesiz, MSN bizim gibi gurbette yaşayanlar için Türkiye'deki eş dostla en hızlı ve ücretsiz iletişim yolu. Bunu inkar edemem. Ancak, MSN listenizde aynı anda 40-50 kişinin sizin online olduğunuzu fark etmeleriyle başlayan diyaloglar asla bitmek bilmiyor. Facebook hesabımı güvenlik gerekçeleriyle kapattığım halde, hala ortaokul, lise döneminden arkadaşlarla bağlantı kurma fikri beni cezbetmiyor değil. Diğer sosyal ağlar da aslında bize ne kadar süreceği şüpheli sanal arkadaşlıklar vaad etmekle birlikte zamanımızı çalmaya devam ediyorlar.
4. İnterneti araştırma maksatlı kullanamıyoruz: Evet, internet ilk hayatımıza girdiğinde bir sözlük, ansiklopedi ve bilgi kaynağı olarak düşünülmüştü. Ancak üzerinden çok geçmeden kullanıcılar chat odalarına dadanmaya başladılar. 90'lı yılların sonunda internet sadece üniversitelerce erişim imkanı olan bir araç idi. İnternet kafeler ve ev kullanıcıları sonradan dahil oldu bu global ağa. Türkiye'de nasıl bilemiyorum ama Amerika'da kütüphaneler de internet hizmeti sunuyor. Hem de ücretsiz.
5. Ahlaki dejenerasyona uğruyoruz: İnternet'in yukarıda saydığım tüm olumsuzlukları bir yana, bu madde diğer bir yana. Çünkü henüz bu tahribatın olumsuz neticeleri hissedilir seviyede değil. Son zamanlarda artan taciz olaylarında kurbanların çoğunun küçük yaşlardaki çocuklar olması da yetkilileri henüz harekete geçirmeye yetmemiş gibi gözüküyor. İnternette her türlü ahlaksızlık, rahatsız edici materyal ve çocuk tacizine dair dökümanlar bulabilmek mümkünken kimse bütün bunları engelleyecek bir sistem üzerinde çalışmaya kafa yormuyor. Bu mevzuda asıl endişemiz, henüz ergenlik çağına dahi girmemiş küçük dimağların bilgisayar ekranı karşısında akla hayale gelmeyecek unsurlarla başbaşa kalmasıdır.
Sorunlar ortada. Peki ya çözüm yolları? Hep şikayet ettiğimizden, kimsenin yapıcı çözüm önerileri getirmediğinden yakınırız ya, buyrun size kendimce geliştirdiğim çıkış yolları. Eğer, daha işler ve sonuç odaklı önerileriniz varsa lütfen benimle paylaşın ve bu listeyi mümkün olduğunca daha fazla kimsenin faydasına sunalım. Şimdi harekete geçelim, aksi takdirde yarın geç olabilir.
Çözüm önerilerim:
1. İnternetin zamanımızı çalmasına izin vermeyelim: İnternetin günlük hayatımızda nasıl yer bulduğunu iyi teşhis etmeliyiz ki, nasıl vaktimizi çaldığını iyice görelim. Bu maddede, akşam eve geldiğinde internet başına geçip bir türlü başından kalkamayanlara önerilerim:
- İnternete hangi amaçla girdiğinizi unutmayın. Örneğin, yalnızca e-maillerinizi kontrol etmek amacıyla girdiyseniz, e-maillerinizi kontrol edin, yazılacaksa cevapları yazın ve çıkın.
- İnternetten çıkabilmek için başta kendinize bir kullanma süresi koyun. Örneğin yalnızca yarım saat internet başında oturacağım şeklinde. Gerekirse saatinizi kurun, bittiğinde sizi ikaz etmiş olur.
- Eğer, kendi iradenizle bunu yapabileceğinize ihtimal vermiyorsanız, evdeki birinden sizi ikaz etmesini rica edin. Yalnız yaşayan biriyseniz, dostlarınızdan birinin sizi aramasını sağlayın.
2. Blog yazarı iseniz ve her gün blog yazmadan, diğer blogları okumadan, yorum bırakmadan yapamam diyorsanız:
- Her şeyden önce sevdiğiniz blogları Google Reader ile takip edin. Böylece hem bir blog sitesini güncellenmeden ziyaret etmemiş , hem de yalnızca ilginizi çeken yazıları okumuş olacaksınız.
- Günlük internet kullanımınız haricindeki bir zamanda blog yazmayı deneyin. Örneğin, internet bağlantınızın olmadığı bir bilgisayarda bloglarınızı yazıp kaydedin ve yalnızca yazınızı yayınlamak için internete girin ve işiniz biter bitmez çıkın.
- Blogların en meşgul eden tarafı bırakılan yorumlara cevap verme ihtiyacı hissetmenizdir. Bunu minimuma indirmek için her yoruma cevap yetiştirmek zorunda olmadığınızı hatırlayın. Gazete yazarlarını düşünün, çoğu gelen yorumları yalnızca okumakla yetinirler. Biliyorsunuz, en çok yorumların bırakıldığı Düşünce blogları yavaş yavaş kapanmaya başladı. Bence hiç de haksız değiller.
- Okumadan yazmayın. Her gün mutlaka kendinize gazete okuma zamanı ayırın. Bu okuma saatinde mutlaka köşe yazarlarını okuyun. İnternetten gazete okuma meselesine temas etmiştik. Bunun gerçek gazetenin yerini tutmayacağı, tutamayacağı hepimizin malumu.
3. MSN ve Facebook önerileri
-MSN'e girdiğinizde Online değil, Offline gözükün. Böylece kimlerin bağlantısı olduğunu görüp ona göre sohbet edin. Sohbet edeceğiniz kişilerin uzun süre görmediğiniz ya da aile fertleri arasından kimseler olmasına özen gösterin.
-Facebook hesabınızı hiç kullanmadığınız bir e-mail adresinizle ilişkilendirin. Böylece gelen arkadaş kabullerini, mesajları bir kaç gün sonra fark etmiş olacaksınız.
- Facebook hesabınızın otomatik olarak login olmasını iptal edin. Bu size her seferinde tekrar şifre girme zorunluluğu getireceği için zor gelecektir.
4. Araştırma yapın, geyik değil: Araştırmacısınız ya da internete ödev hazırlamak için başvuruyorsunuz. Özellikle evinizde internet olmasının size büyük kolaylık sağlayacağını düşünüyorsunuz. Ancak kendinizi kontrol edemediğiniz için araştırmaya ayırdığınız zamanınızın çoğu surf yaparak, bloglarda gezinerek geçiyor. O halde şu önerilerim size:
- Araştırma projenizi kütüphanede yapmaya çalışın. Yanınıza bir hard drive alın, herkese açık bir bilgisayar kullanmanız tamamiyle işinize odaklanmanızı sağlayacaktır. Hem arada bir kütüphanede bir kaç tur atınca kitap ya da dergi okuma yönünde aşkınız şevkiniz gelecektir.
- Civarda böyle verimli kütüphanelerden biri yoksa herhalde en güzeli nezih ortamları olan internet cafe'lere gitmek olacaktır. Burada da saat başı para ödemek sizi projeniz üzerinde çalışmaya zorlayabilir.
5. Çocuklarda oluşabilecek ahlaki tahribata karşı alınabilecek önlemler: Eğer çocuğunuzu internette olur olmaz sitelere girmiş buluyorsanız ya da çocuğunuzun internette ne yaptığına dair hiç bir fikriniz yoksa:
- Evdeki bilgisayarın kişisel değil herkesin kullanıma açık olmasına dikkat edin. Mümkünse bilgisayarı evin salonuna, gözle görülür bir köşesine yerleştirin ve kullanıcının ekranı rahatlıkla gizleyebilecek biçimde oturmasına izin vermeyin.
- Mutlaka filtreleme programları kullanın.
- Eğer bu önlemler sizi tatmin etmiyorsa, bilgisayarı internete bağlamayın. Çocuğunuz çok nadir internete ihtiyaç duyacaktır, bu ihtiyacını da kütüphanede ya da sizin kontrolünüzde gidermesini sağlayın.
Yukarıda saydığım maddeler arasında en önemlileri çocukları zararlı içerikten korumaya yönelik önlemler olacaktır. Tekrar ediyorum, internetin sınırsız bilgi trafiği içerisinde çocuklar yaşlarına göre oldukça gereksiz ve zihinleri tahrip edebilecek içerikle karşı karşıyalar. Çoğu zaman hayalimize bile getiremediğimiz bu yıkımın neticelerini de henüz görmüş değiliz. Birileri bu işin ciddi boyutlara vardığını fark ettiğinde iş işten geçmiş olacak ve 'Böyle Bir Dünyaya Çocuk Doğurmak' sorgulanmaya başlanacak.
23 Mayıs 2008 Cuma
Batsto Village ve düşündürdükleri
19 Mayıs 2008 Pazartesi
Bir Court macerası daha
Önceki mahkemelerden farklı olarak üst araması yapıldı. Bu kez prosecutor (savcı) daha ılımlıydı, arkadaşın Türkiye’den yeni gelmiş olmasını göz önünde bulundurarak cezayı yarıya indirdi. Yapabileceğinin en iyisini yaptıktan sonra da arkadaşa dönüp ‘Ülkemize Hoş Geldin’ dedi. Ben de ilk defa hakim karşısında yaptığım çeviride ‘sadece doğruyu söyleyeceğime dair’ yemin ettim.
Tüm bu indirimlere rağmen 233 dolar ödemekten kurtulamadık. Taksitlere bölüp ödemek istedik ancak iki sayfalık gelir bildirim formunu doldurup bir de hakime imzalatmak en az iki saatimizi alacağı için parayı peşin ödedik. Ben de, ülkeye yeni gelen dostumuza kurallara uymasını, bunun kendisine bir ders olması gerektiğini hatırlattım.
Mahkemede otururmuş fısır fısır konuşurken önde oturan bir bayanın bize dönerek ‘Are You Guys Turkish?’ diye sormasının şaşkınlığını yaşadıktan hemen sonra, bayanın eşinin Türk olduğunu öğrendik. Bize, etraftaki Türk kahvehanelerine gidip gitmediğimizi sordu, biz de Kahvehanede ne işimiz olur edasıyla gitmiyoruz dedik. Artık, tanıdığı birileri mi vardı niye sordu bilmiyoruz. Anlamadığımız bir iki prosedürü bu bayana sorduk o da sağolsun epey yardımcı oldu.
1 centin hesabını yapmak
Aslında para üstünü almama, eksik verme gibi alışkanlıklar Türkiye’de de büyük marketlerin piyasayı ele geçirmesiyle unutulur oldu. Bu yüzden hala bakkalar varsa, bunu veresiye alış veriş yapabilmenin dayanılmaz hazzını hala yaşamak istiyor olmamıza bağlıyorum ben.
Kapitalizmin merkezi Amerika’da bile Türkler, Türk marketlerinden veresiye alışveriş yapıyorlar, aylarca hesaplarını kapatmıyorlar. Türk işte nereye gitse huyundan vazgeçmiyor diyebilirsiniz ama bence bu daha ziyade aidiyet hissiyle ve samimiyetle alakalı.
Örneğin, arabamın yağını değiştirdiğim Amerikalı tamirci de zaman zaman benden eksik para alır, fiş kesmez indirim yapar, sonra verirsin falan der. Bu da ister istemez aramızda bir samimiyet kurulmasına ve benim sadık müşterilerden biri olmama vesile oluyor. Yanılıyor muyum?
4 Mayıs 2008 Pazar
An article from NY Times
Turkish Schools Offer Pakistan a Gentler Vision of Islam
30 Nisan 2008 Çarşamba
Amerikan Eğitim Sisteminde Günümüz Problemleri
29 Nisan 2008 Salı
Time to write in English
25 Nisan 2008 Cuma
Araba Sevdası
Amerika nasıl bu hale geldi, bu insanlar neden bu denli otomobil bağımlısı oldular sorusunu kendime defalarca sordum. Tarihi kaynaklara baktığımda, otomobilin icadından önce zaten at arabalarının yaygın olduğunu, hali hazırda bu rahata düşkünlüğün çok eskilere dayandığını gördüm.
O zamanlar toplu taşıma yerine bir şehirden diğerine gitmek daha önemli olduğundan ülkenin dört bir yanının demir ağlarla örüldüğünü, hem de bizimkinden kat kat fazla bu demiryollarına önem verildiğini öğrendim. Şimdilerde, trenler eskisi kadar tercih edilmese de belli güzergahlarda hala en geçerli ve pratik taşımacılığın yine trenlerle yapıldığını görüyoruz.
New York ve Washington D.C. arasındaki hızlı tren seferleri, New Jersey'de şehirleri birbirine bağlayan NJ Transit ve büyük şehirlerdeki metrolar örnek olarak verilebilir.
Şimdilerde Amerikan halkının farklı bir endişesi var. Bunca zamandır, çöp atmaya bile arabayla gitmeye alışmış Amerikalılar, benzin fiyatlarının anormal bir şekilde artması karşısında ne yapacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Bu ülkede bir zamanlar galonu (yaklaşık 3.8 litresi) 60 cent olan benzinin şu sıralar 3.49 dolar civarında seyretmesi halkı farklı çözümler geliştirmeye yöneltmiş.
Bunlardan ilki, Car Pooling adı verilen işe birlikte gidip gelme düşüncesi. Aynı mahallede oturan ve yakın yerlerde çalışan üç beş yakın arakadaş, çoğunlukla da akraba, aynı arabayla işe gidip geliyorlar. Sabah erkenden kalkılıyor, saatler ayarlanıyor ve tek tek insanlar evlerinden alınıyor. Böylece toplam masraf neredeyse dörtte üç oranında azalmış oluyor.
Benzin fiyatlarındaki artış yalnız vatandaşı değil aynı zamanda yerel yönetimleri de düşündürmeye başlamış. Geçtiğimiz akşam haber bülteninde çıkan Bridgeton kasabası polis merkezi, polis memurlarına birer bisiklet vermiş ve bundan sonra bununla devriye atın demiş. Bisikletlerin üzerinde Polis yazıları var ve ön tarafında ışıklı bir de Polis sireni bulunuyor. Polisler de bu durumu iyice içselleştirmiş olacaklar ki, ortaya çıkan komik durumu 'Halkla Daha İçli Dışlı Olma' şeklinde izah etmeye çalışıyorlar.
Tabii ki, yeni enerji arayışları içinde olan Amerikan Hükümeti bu durumu çözme adına kendince çözümler üretmeye çalışıyor. Şimdiden Toplu Taşıma Araçlarının iyileştirilmesi de kimi şehirlerde gündeme gelmiş durumda. Amerika bu durumdan nasıl sıyrılır bilinmez ama Dolmuş'u, Minibüs'ü bilmeyen bir toplumun tekrar toplu taşıma araçlarına yönelmesi gerçekten gözlemlemeye değer bir durum olacak benim açımdan.
23 Nisan 2008 Çarşamba
Başkanlık Yarışı'nda Son Durum
Program'da politik analizlerden tutun da sokaktaki vatandaşın görüşlerine kadar pek çok şey vardı. Geçmiş yıllara göre Demokratlar'ın oy yüzdeleri, İnternet'in bu yılki seçimler üzerindeki etkisi gibi daha bir çok konu da masaya yatırıldı. Ben de sizlerle bana ilginç gelen bazı detayları paylaşmak istiyorum.
Basın mensupları her iki adayı değerlendirirken kampanya web sayfalarından bile anlam çıkarmaya çalıştılar. Örneğin, Hillary Clinton'ın web sayfasının daha çok bir business görüntüsü verdiği, sayfada yer alan bağış miktarlarının insanlarda para çağrışımı yaptığını ve keskin çizgileri olan tasarımın ziyaretçilere çok da sempatik gelmediğini iddia ettiler. Öte yandan, Barack Obama'nın web sayfasında daha yumuşak ve iç açıcı renklerin yer aldığı, interaktif olarak daha dinamik bir görüntüye sahip olduğunu söylediler.
Bi görelim bakalım derseniz adresleri:
Her ne kadar kimileri Amerika'da ırkçılığın sona erdiğini söylese de Barack Obama, milyonlarca zenci Amerikalı için bir umut oldu. Öyle ki, ne zaman bir zenci ile karşılaşsanız Obama'nın kazanmasını istediğini rahatça ifade ettiğini görüyorsunuz. Philadelphia da malumunuz zenci nüfusun yoğun olduğu bir yerleşim yeri. Bu nedenle, kentin genelinde bir Obama havasının estiğini hissetmek hiç de zor değil.
Diğer yandan, beyazlar Clinton'ı, zenciler de Obama'yı destekleyecek diye bir genelleme yapmak da yanlış olur. Örneğin çok ilginç bir biçimde Philadelphia'nın zenci belediye başkanı Clinton'ı destekledi ve günlerdir neden böyle bir karar aldığı kendisine defalarca soruldu. Aynı şekilde Obama'yı destekleyen Holywood yıldızları ve özellikle ünlü yönetmen Michael Moore da ezberi bozanlardan oldu.
Seçimlere oldukça az bir zaman kalmış olmasına rağmen, Demokratların hala adaylarını seçememiş olması da en çok Cumhuriyetçilere yaradı. Bu zaman zarfında her iki Demokrat adayı da yıpratmaktan geri kalmayan bir takım basın kuruluşları da McCain'in mal beyanında bulunamayışını çoğu zaman es geçtiler.
Amerika'daki seçimler, hem ülke, hem de dünya gündemi açısından büyük önem taşıyor. Türkiye'ye bakan yönüyle henüz bir şey söylemek için erken, ama şu anda Amerika'nın ülke içindeki problemleri gelecek dönem başkan olacak şahsı oldukça uğraştıracak gibi gözüküyor.
21 Nisan 2008 Pazartesi
Amerikada bir Türk bir de Yunan
Herşeyden evvel, Amerikalıyım diyen herhangi birinin asıl köklerinin nerelere uzandığını merak ediyorsunuz. Bunların içinden yüzlerce yıl önce bu topraklara yerleşmiş olanlar için artık memleket kavramı çok da bir şey ifade etmiyor. Ama, kendisi göçüp gelmiş ya da anne babası göçmen olan ikinci kuşak tesmilcileri ile konuşmak çok daha keyifli.
Bugün de hamile bir bayan ile ilginç bir diyalog yaşadık. Anne ve babası Yunan, kendisi Amerika doğumlu, eşi de Yunan asıllı Amerikalı. Hatta, daha da ilginci memleketi bizim Çeşme'den çıplak gözle görünen Yunan adalarından biri olan Sakız Adası.
Daha önce de kendisiyle konuştuğumuzda edindiğim izlenim Yunanlıların kültürlerine ve dinlerine çok önem verdikleri yönündeydi. Ortodox mezhebine mensup Yunan toplumunun, aynı bizim Türkler gibi, kendi kiliseleri, Food Market'leri ve hatta Greek Festival diye bilinen festivalleri var. Kısacası kültürel değerlerini de nesilden nesile aktarmaya gayret ediyorlar.
Bugünkü konuşmamızın ana maddesi 'Doğacak Çocuğa Konulacak İsim' üzerineydi. Çocuk erkek olacakmış ve ister istemez ailede ismi ne olsun türünden bir gündem oluşmuş. Hamile bayan, doğacak çocuğun sülaledeki ilk erkek olması ve gelenekler gereği baba tarafından birinin ismini alması gerektiğini söyleyince gülümsedim. Bunu nasıl karşıladığını sordum, bana kendisinin de kayınpederini çok sevdiğini, bu yüzden çocuğa kayınpederinin ismini vermekte hiç bir sakınca görmediğini söyledi. Hatta, Yunanistan'da doğan ilk iki çocuğun ismini geleneksel olarak Baba tarafından aldığını, isim hakkının ancak üçüncü çocukta Anne tarafına geçtiğini söyledi. Bu konuda ise gelenekleri pek de takmadığını, ikinci çocukları olursa mutlaka Anne tarafından bir isim vereceğini ya da ismi kendinin koyacağını söyledi.
Ben de ona, bizim ailede bu işlerin pek de bu kadar demokratik olmadığından söz ettim. Benim de kardeşimin de isimleri Baba tarafındandı ne de olsa. Ama yine de Amerika'da bir geleneğin öyle ya da böyle sürdürülüyor olması beni sevindirdi. Her ne kadar, bu kimseler asırlık düşmanlarımız diye ezberlediğimiz Yunanlılar olsa bile. Belki de Amerika'yı Amerika yapan işte bu. Hangi kültür, dil, dün ve ırktan olursan ol, birlikte yaşayabiliyorsun ve kimse sana renginden ya da aksanından dolayı yargısız infazda bulunamıyor. Tamam, uygulamada bir takım sıkıntıla bulunabilir, ama en azından bu tür hassasiyetler anayasa ile güvence altına alınmış bir vaziyette.
20 Nisan 2008 Pazar
ütü sorunsalı
Amerika'da Cep Telefonları
Amerika’da cep telefonu sahibi olmak öğrenci statüsünde olan biri için hem zor hem de masraflı. Zorluğu iki yıllık kontrat yapmak durumunda kalmanız ve sizden sosyal güvenlik numarası istemeleri. Yok, ben buna gelemem derseniz de kontörlü hatlar var ama bu da pek cazip değil. Nedeni siz ararken de aranırken de kontörünüz düşüyor olması.
Kontrat gerektiren normal hatlar ise şu şekilde çalışıyor: Aylık sabit ücret ödeyip size uygun bir plan seçiyorsunuz; verilen dakikaları geçmeseniz bile sabit ücret değişmiyor. Hatta, planı aştığınızda dakika başına dört katına yakın para ödemeniz de söz konusu.
Örnek vermek gerekirse, aylık 1000 dakikalık bir plan seçtiniz diyelim. Bu planın ortalama 40 dolarlık bir sabit ücreti var. İşin güzel tarafı, hafta içi akşam 9’dan sonra sabaha kadar ve hafta sonları sınırsız konuşma imkanı var. Sanırım, bu 17 saatlik konuşmayı açıklıyor.
Amerikalılar, aslında cep telefonuyla tanışmada bizden bile geride kalmışlar. Bir zamanlar çağrı cihazı oldukça yaygın iken, şimdi herkeste bir cep telefonu var. En çok da otomobil kullanırken cep telefonu ile konuşuyor insanlar. Bu da trafikte kazalara neden oluyor. İşte bu yüzden New Jersey eyaletinde araç kullanırken cep telefonu ile konuşmak yasaklandı. Konuşursan 100 dolar cezası var.
Amerikalılarla Bir Arada
Sokaktaki bir Amerikalı ile hiç bir ortak noktanız olmadığı için iletişim kurmanız oldukça zordur. Ama bir şekilde Türkiye’ye gitmiş ya da Türkiye hakkında az çok fikir sahibi olmuş kimselere meramınızı anlatmanız, Türkiye’den ve Türk insanından konuşmanız hem ilişkileri geliştirme hem de ortak paydalarda buluşma adına önemli bir fırsattır.
Dün akşamki yemekte hiç şüphesiz Türkiye konuşuldu. Kimileri, Türkiye ile Amerika arasında kıyas yapmamı isterken kimileri de gelecek planlarm hakkında terletici sorular sordular. Yer yer Türk filmlerinden de konuştuk. Benim gibi dünya sinemasına meraklı 80li yaşlardaki bir nine ile Yılmaz Güney’in Yol filmini değerlendirmek oldukça ilginçti. Kendisine Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmini tavsiye ettim.
Bir başka Amerikalı da ısrarla Yunanistan ile aranızda ne anlaşmazlık var diye sordu. Ben, geçmişe gitmemiz gerektiğini söyleyince, ‘Türkiye yeni bir devlet, neden geçmişe gidiyorsunuz ki’ tepkisiyle karşılaştım. Kendisine mantıken haklı oduğunu, ancak Yunanlıların ya da Ermenilerin bizi hala Osmanlı’nın torunları olarak gördüklerini, bu yüzden sevmediklerini anlattım. Hatta, geçtiğimiz günlerde bir Türk bayan ile evlendikten sonra nikahı bozup Türklere küfürler yağdıran Yunan subayını bile bu geçmişe dayalı düşmanlığa örnek olarak gösterdim.
Philadelphia türk festivali
Festivale dair biraz da eleştirel gözle bakmak gerekirse, her ne kadar adı Philadelphia Türk Fetivali olsa da, ne yazık ki, Philadelphia’nın bundan haberi yok gibiydi. Bir kere festival yerinde uzaktan fark edilebilecek bir afiş ya da benzeri bir işaret yoktu. Festival alanının yanından kazara geçen insanlar burada neler oluyor demedikçe festivale ilgi göstermediler.
Florida Türk festivaline katıldıktan sonra, gözlemlerimi Philadelphia Türk Festivali komitesine de iletmiştim. Örneğin, festival olduğuna dair haftalar öncesinden bilbordların tutulması, şehrin farklı girişlerinden festival alanına tabelalarla yönlendirmelerin yapılması katılımcı sayısını artırmada etkili olabilirdi. Ne yazık ki, yine ‘Kendin Pişir Kendin Ye’ tarzında bir festival daha geçti, gitti. Umarım bundan sonra bu gibi ayrıntılar atlanmaz ve Amerikalılara zaten hakkında en ufak bir fikre sahip olmadıkları Türk kültürünü ve misafirperverliğini tanıtma fırsatlarını kaçırmayız.
19 Nisan 2008 Cumartesi
Bir Master Dersinden Kesitler
Ancak treni kaçırmamla birlikte tekrar çaresizce arabaya yönelip soluğu Philadelphia sokaklarında aldım. Haksız da sayılmazdım, yollar hınca hınç doluydu. Ne de olsa akşam eve dönüş saatleriydi ve böylesi bir trafik çok da yadırganacak bir durum değildi. Neyse ki, okul binasının hemen arka sokağında akşam beşten sonra tek fiyat: 5 dolar yazan bir katlı otopark buldum. Hiç tereddüt etmeden otoparka girdim ve bir sokak ötesindeki okul binasına güle oynaya yürüdüm. Sonradan öğrendim ki, bazı sınıf arkadaşlarım da aynı şeyi yapıp arabalarını oraya park etmişler.
Sınıf 14 katlı bir binanı sekizinci katında daracık bir oda. Toplasanız 15 kişi zor sığar. Allahtan toplam yedi öğrenci vardı da rahat rahat yerleştik. Şimdi sıkı durun: Hoca da dahil toplam sınıfta 8 kişi var ve bunların hepsi zenci Amerikalı, bir tek ben beyaz. Aslında bu çok da şaşılacak bir durum değil, Philadelphia zencilerin en yoğun yaşadıkları yerleşim yerlerinden biri. Ama diğer sınıflardaki zenci-beyaz dağılımını görünce ‘Ne yapalım, bizim talihimiz bu kadarmış’ dedim ister istemez.
Türk toplumunun aksine zencilere kötü gözle bakmamaya çalışırım, neticede onlar da insan. Kimileri bu tutumumun onları yakından tanımadığından kaynaklandığını söylese de ben aynı fikirde değilim. İnsanları renklerine göre sınıflandırmak bu artık geçtiğimiz yüzyılda kaldı.
Enteresandır, sınıftaki deneyimlerim hep beni haksız çıkaracak şekilde gelişiyor. Geçtiğimiz dönem de sınıfta zenciler vardı ama onlar daha çok Afrikadan göçüp gelmiş zencilerdi. Bir de böyle bir ayrım var burda, bir burda doğan ve büyük büyük annesi babası köle olarak bu ülkeye gelmiş olanlar, bir de kendi ülkesinde doğup büyüdükten sonra Amerika’ya yerleşenler.
Bu kez muhatap olduğumuz grup asıl burda doğup büyümüş, ancak bir şekilde makus talihini yenmiş, amiyane tabirle yırtmış, yani meslek sahibi olmuş zencilerden söz ediyoruz. Hatta bunların devlet okullarında öğretmenlik yapmış olduklarını da belirtelim ki, az sonra okuyacaklarınız hakkında yorumu siz yapabilesiniz. Okuma kolaylığı sağlaması açısından ben ve sıra arkadaşım arasında geçen diyalogla yazımı bitiriyorum.
- Türkiye’deki öğretmen maaşı ile Amerika’daki bir öğretmen maaşını kıyaslar mısın?
- Şimdi bu doğru bir karşılaştırma olmaz çünkü para birimlerimiz eşit değil.
- Bir Türk Lirasi ne kadar amerikan Doları’na eşit?
- Yaklaşık aynı.
- O halde bir Türk öğretmen yaklaşık ne kadar para alıyor?
- Aylık 800 YTL civarında.
- Türkiyede maaşlar aylık mı ödeniyor, burdaki gibi haftalık değil mi?
- Hayır, Türkiye’de maaşlar her ay başında ödeniyor.
- 800 YTL 800 dolar mı demek oluyor yani?
- Yaklaşık evet, ama dediğim gibi, Türkiye’de hayat şartları burdaki gibi zor değil.
- Bir ev kirası ne kadar mesela?
- Ortalama 400 dolar filan.
- Ciddi misin? Öğretmenler bizden daha çok alıyor desene.
- Tekrar ediyorum, bu kıyaslama doğru olmaz. Sizin burada aylık sabit giderleriniz var. Örneğin hepinizin arabası var, bu arabaların aylık sigorta bedelleri var.
- Türkiye’de araba yok mu? Atlarla mı işe gidiyorsunuz? (Oha artık)
- Hayır, Toplu Taşımacılık denilen bir sistem var.
Ve Muhabbet burda sona eriyor, çünkü ben daha fazla dayanamıyorum.
12 Nisan 2008 Cumartesi
Cenaze konvoyları
Gözü yaşlı bir devenin hikayesi
Film, biraz da belgesel niteliğinde olduğu için basit bir hikayeye dayanıyor. Moğolistan’da Gobi çöllerinde dünyaya yeni gözlerini açmış bir devenin annesi tarafından reddedilişi ve köy halkının bu sorunu çözme girişimleri konu ediliyor.
Biz daha çok Moğol halkın günlük yaşantısıyla ilgilendiğimiz için, hikaye de aslında bir nebze olsun geri planda kalıyor gibi gözüküyor. Neticede, çölün ortasında develerin günlük hayatı bir film için çok da ilgi çekici değil. Çadırda yaşayan yerli halkın maddi imkansızlıkları, en yakın kasabaya ulaşmak için koca bir çölü aşmak durumunda kalmaları, hala elektrik ve televizyon gibi modern hayatın nimetlerinden yararlanamıyor olmaları da altı çizilmesi gereken ayrıntılar olarak hatırda kalıyor.
Göçebe bir toplum olduğumuzdan sürekli dem vururuz ya, bu filmde Eski Türklerin yaşantısına daha yakından bakma fırsatı bulacaksınız. Duvarlarda asılı kilimler, üç neslin bir arada yaşadığı çadırlar, tek binek hayvanı olan devenin hem etinden, hem sütünden hem de yününden yararlanan bu insanların kültürümüze çok da yabancı olmadıklarının bir göstergesi adeta. Tek bir farkla: O da Budist olmaları.
Netice itibariyle, 1,5 saatlik zaman dilimini bir belgesel film izleyerek, bununla beraber bizden çok uzaklarda yaşayan bir toplumun günlük hayatına bakarak değerlendirmek istiyorsanız ilginç bir tercih olabilir.
Netflix ve Farklı Bir Müşteri Hizmetleri Deneyimi
2 Nisan 2008 Çarşamba
The Kite Runner / Uçurtma Avcısı
Sevgistanbul’da rastladığım bu filme, ilk defa Afganistan’ı konu edindiği için kayıtsız kalamazdım ve ilk fırsatta oturup izledim. Aslında, filmin Afgan filmi olduğunu zannediyordum, oysa ki bir Amerikan filmiymiş. Üstelik Afganistan diye yutturdukları sahneler de Çin’de çekilmiş.
Nihal Bengisu Karaca da film hakkında bir yazı kaleme almış. Kendisi filmin çok Amerikancı durduğundan yakınmış ve politika ile sanatın birbirine girmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş. Ben de kendisine büyük ölçüde katılıyorum ve sözünü edeceğim nedenlerden dolayı da filmi sakıncalı bile buluyorum.
Filmin içeriğine ve anlattığı hikayeye pek değinmeden, eleştirilerimi sıralamak istiyorum. Filmin ilk yarım saatinde küçük bir çocuğun maruz kaldığı taciz sahnesi adeta filmi kapatıp devam etmeme kararı almama neden oluyordu. O anda aklımdan geçen ilk şey: Böyle bir sahneyle verilmek istenen mesaj ne olabilir düşüncesiydi, ya da bunu izleyen bir Amerikalı ya da herhangi bir dünya vatandaşı ne düşünecekti: Birincisi, Afganistan’ın çok ilkel ve insanlıktan nasibini almamış bir ülke olduğuna pekala ikna olabilirdi. İkincisi, müslüman bir ülkede bunlar uluorta yaşanıyorsa, demek ki müslümanlar böyle sapık insanlar gibi bir kanaate de sahip olabilirdi.
Filmin sonlarına doğru koca bir stadyumda göstere göstere gerçekleşen recm sahnesi, bu ikinci kanaati destekler mahiyette. Taliban kontrolündeki Afganistan’da sebebini bilmediğimiz nedenden ötürü bir kadın, binlerce kişinin gözleri önünde recm ediliyor, ilginçtir ilk taşı atan da bu az önce sözünü ettiğimiz çocuk tacizini gerçekleştiren kişi. Dahası, yetimler yurdundan küçük çocukların Taliban tarafından zorla alınıp kız erkek demeden tacize uğradığını da ibretle seyrediyoruz.
Neticede, her iki sahne de kanımızı donduruyor. Hadiselerin gerçekliğinden şüphe etmekle beraber, tamamiyle Rus işgali olsun, Amerikan hegamonyası ya da Taliban yönetimi olsun sonucun değişmediğini, mazlum halkın her halukarda çile çekmeye devam ettiğini zorla da olsa idrak edebiliyoruz. Ancak, az önce de belirttiğim gibi, olaylara içeriden bakamayan bir izleyici için Taliban idaresinin zalimliğinden çok Müslüman imajının barbar, insanlıktan nasibini almamış bir cinsel sapık şekline sokulduğunu görüyoruz.
Üçüncü dünya ülkelerine Demokrasi’yi ve insan haklarını getirme sevdalısı Amerikan yönetiminin propagandasından öteye geçemeyen bu film, izlenmeyi pek de hak etmiyor.
29 Mart 2008 Cumartesi
Le Papillion
Film, yaşlı bir kelebek koleksiyoncusu ile dokuz yaşındaki küçük bir kızın diyaloglarından oluşuyor. Zaman zaman, Tanrı inancı, aşk-sevgi, aldatma ve aile ilişkilerine de temas eden film aynı zamanda iki kuşağı birden ekrana bağlayabiliyor. Yaşlı adam, genç yaşta kaybettiği oğlunun acısıyla bizlere sevdiklermizin değerini bilmemizi öğütlerken, küçük kız da anne babasız yaşamanın ne kadar zor olduğunu hatırlatıyor.
Film yer yer kürtaj ve eşitlik gibi konulara da değiniyor, ancak öyle insanın gözüne sokar gibi değil. Örneğin küçük kız, annesinin kürtaj için geç kaldığını öğrenmesi üzerine dünyaya geldiğini söylerken, ‘Hiç Bir Şey’ olan kürtaj edilmiş ceninlerin de ızdırabını yaşamamıza neden oluyor. Yaşlı adam da, dünyadaki eşitlik fikirlerinin palavradan ibaret olduğunu, bunu anlamak için zengin ve fakir insanların varlığını görmemizin yeterli olacağını söyleyiveriyor laf arasında.
İngilizce’ye tercümede bir takım sınıktıları olsa da ( Örneğin Söz veriyorum= I promise yerine I give you my word şeklinde çevrilmiş) film, keyifli bir saat yaşamamıza ve bizi Fransa’nın doğal güzelliklerine alıp götürmesi yönüyle seyretmeye değer.
22 Mart 2008 Cumartesi
Benim Gündemim, Sizin Gündeminiz
Dünya ve beraberinde Türkiye, hızına yetişemediğimiz bir dizi gündemle meşgul bu sıralar. Ülkemin kahvehane köşelerinde belki de tüm bu gündeme yetişemiyordur yurdum insanı. Ancak, ben tüm bu olup bitenlere yine de bizim penceremizden az da olsa bir kapı aralayalım istiyorum.
Şu satırları kaleme alırken, Obama ve Clinton arasında süren çekişme belki de Amerikan kamuoyunun tek gündem maddesi. Öyle ki, ne Türkiye'de bir siyasi partinin kapatılması davası, ne başörtüsü meselesi ne de Kosova'nın bağımsızlığından haberdar değil sokaktaki Amerikalı. Hoş, sokakta gezen insan da göremediğiniz bu ülkede kimse kimseden haberdar da değil aslında.
Bu ülkede yaşarken, zaman zaman insanı boğan, zaman zaman da hayatı anlamsız kılan bir yaşam tarzı hakim gibi geliyor bana. Bu his bazen öyle ayyuka çıkıyor ki, sokakta –eğer görebilsem- çekip bir Amerikalıyı durdurup 'Kardeşim görmüyor musunuz Dünya'da olan biteni, onlarca aç insanı ve suçsuz yere ölen çocukları' diyesim geliyor. Susuyor, içime atıyorum çoğu zaman.
Tabi, bu durum içeriden pek de net bir biçimde görülemiyor. Hele hele, kendi ülkesini bırakın, kendi eyaletinden, kendi kasabasından dışarı çıkmamış bir Amerikan vatandaşı için daha da zor bir hal alıyor. Kimse de kalkıp, neden radyolarda, tv'lerde hep Amerikan müziği çalıyor, bu dünyada İngilizce'den başka konuşulan başka bir dil yok mu diye de merak etmiyor.
Kosova bağımsızlığını kazandığında, Amerikan medyasında alışılagelmedik biçimde ayrıntılı bir şekilde yer buldu. New York'ta Times Meydanı'nda bağımsızlıklarını kutlayan Kosovalılar sık sık ekranlara geldi ve Amerikan Hükümeti'nin Sırp zulmü altında inleyen Kosovalılara yaptığı yardımlar ve bağımsızlığa giden süreçteki katkısı hatırlatıldı. Elbette, bu desteğin Amerikanın Avrupa'da ılımlı bir Müslüman devleti destekliyor görünmesinden daha öte bir anlamı vardı. Ancak bu konular, bu yazının asıl konusu değil.
Şimdi, sanırsınız ki, Amerikan halkı da tıpkı Amerikan hükümeti gibi Kosova'nın bağımsızlığına çok sevindi ve konuyu yakından takip etti. Hiç zannetmiyorum. Yine sokaktaki bir Amerikalıya sorsanız, size Kosova'nın yerini haritada gösteremeyecektir. Hayır, aşağıladığımı falan zannetmeyin, bizzat Amerikalılar kendileri söylüyorlar bunu. 2006 yılında yapılan bir araştırmaya göre 18-25 yaş arası deneklerden yüzde 50si haritada New York'u bulmakta zorluk yaşamış. Irak ya da o çok sözü edilen İran ve Afganistan gibi tehdit unsuru ülkelerin ise nerede olduğunu bilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar az.
Yine benzer bir ankette Üniversiteye giden öğrencilerin yüzde 92'sinin yabancı bir dil bilmediğini öğreniyoruz. Bu da ister istemez, dünyaya dair haber kaynaklarının İngilizce olması zorunluluğunu doğuruyor. Zaten, CNN gibi FOX News gibi kanallar belli bir politika çerçevesinde yayın yapıyorlar. Bu durumda geriye, eğer talep edilirse ancak BBC ya da Euronews gibi, Avrupa'nın göbeğinden yayın yapan, dünyaya daha açık vizyonu olan haber kanalları kalıyor.
Durum ortada. Eh, böylesine kuşatılmışlık karşısında çaresiz Amerikan halkı ne yapsın değil mi? Şimdilerde benzin fiyatları galon başına 3 doları geçtiği için haklı olarak panik yaşamaktalar, belki sırf bu yüzden- bir Kurtarıcı beklentisiyle- ilgiyle seçim sürecini takip ediyorlar. Yoksa, Kosova bağımsızlığını kazanmış, Afrika'da bir kabile soykırım uygulamış, İsrail'de bir türlü barış sağlanamamış, bunlar bizim kahvedeki Mehmet Ağa'nın çözeceği işler. İnan, bunlara Amerika'da akıl yoracak kimseler yok.
2 Mart 2008 Pazar
Yige doubu neng shao (Not One Less)
Wei, 13 yaşında genç bir kız. Komşu köyün öğretmeni bir aylık izne çıkınca kendisini yedek öğretmen olarak buluyor. Köyün tek katlı, tek sınıflı, birleştirilmiş sınıfında eğitim yapmak hiç de kolay olmuyor. Gitmeden önce diğer öğretmen tane tane saydığı 28 tebeşiri kendi yokluğunda her güne bir adet tebeşir düşecek şekilde tutumlu bir şekilde kullanmasını tavsiye ediyor. Fakir bir okul olduklarını ve tebeşirden başka malzemelerinin olmadığını da hatırlatarak. Bir de geri döndüğünde çocukları bir tane dahi eksik bulmak istemediğini sıkı sıkı tembihliyor.
Bir kaç gün sonra köyün muhtarı çocuklardan birinin hızlı koştuğunu keşfediyor. Şehirden gelen Antrenörleri çocuğu şehre götürmeleri için ikna ediyor ama bizim genç stajer ikna olmuyor. Her ne kadar çocuğu köyün bir ucunda saklasa da gitmesine engel olamıyor.
Bir başka gün, fakir bir ailenin çocuğunun da çalışıp para kazanmak için şehre gittiğini öğreniyor. Ardından şehre gidip çocuğu bulmaya çalışıyor. Tabi bu iş sandığımız kadar kolay olmuyor. Önce otobüs için para bulması lazım, bunun için çalışması lazım. Şehre gitse bile koca şehirde çocuğu ara da bulasın. Ardından duvarlara astığı ilanlar, tv istasyonun kapısında sabahlamalar vs vs.
Köy insanının tüm sıcaklığını, yokluk içinde mucizeler yaratan inanmış öğretmenlerin hikayesini izlemek istiyorsanız, bu filmi kaçırmayın.