Günlerden Cuma, Baltimore yollarındayım. Yanımda henüz bir aydır Amerika’da olan Work and Travel’cı bir genç. Kendisine travel kısmında mihmandarlık yapıyorum. Bak diyorum, burası Baltimore. Baltimore’un girişindeki o devasa, yerden yüzlerce metre yukarıdaki otoyolları gösteriyorum ve bir anda Amerika'ya ilk geldiğim zamanlara doğru bir yolculuğa çıkıyorum.
Baltimore’un en siyah caddelerinden geçerken, bir zamanlar bu sokaklarda arabanın kapılarını sımsıkı kilitleyip Yusuf yusuf modunda nasıl kaçtığımı anlattım. Kader bu ya, yine o sokaklardan birinde bir ranza deposunu arıyoruz. Yıkık dökük, önünde sadece entrance yazan bir binadan içeri ürkek adımlarla giriyoruz.
İçeride İngilizce bilmeyen bir adam bizi karşılıyor. İşaret diliyle anlaştıktan sonra siparişi kamyonete yükletiyoruz. Bu esnada kara kuru bir genç bize 'Siz Türk müsünüz?' diye soruyor. Henüz Amerika’ya geleli üç yıl olmasına rağmen akıcı İngilizcesi dikkatimizi çekiyor. University of Baltimore’da Business okuduğunu söylüyor. Niyetinin Amerika’da kalmak ve ailesini de buraya getirmek olduğunu söylüyor. Yani, Afrika’da yırtan az sayıda insandan biri de ben olayım istiyor.
Ardından gelirken niye baklava getirmediniz diye takılıyor ve biz muhabbete başlıyoruz. Etiyopya’nın Habeşistan olduğunu, Deniz Feneri’nin vakti zamanında oraya yardımlar gönderdiğini konuşuyoruz. Sürekli yardımlar geliyor diyor genç adam, farklı farklı ülkelerden. Hatta, devlete maddi yardımlar bile yapıldığını ancak bu paraları hep devlet büyüklerinin iç ettiğini anlatıyor.
Halkın fakirliğinden konuşuyoruz, Afrika’nın değişmeyen kaderinden söz ediyoruz. Genç adam, suçun insanlarda olduğunu, hiç bir şey yapmadıklarını söylese de ben yine de Afrika’yı vakti zamanında sömüren ve insanları uyuşturucu maddelerle düşüncesiz hale getiren Batı toplumuna kesiyorum faturayı.
Hristiyan olduğunu söyleyince şaşırıyorum. Sonradan öğrendiğime göre zaten halkın yarısı müslüman diğer yarısı da hristiyanmış. Ülkenin içinde bulunduğu durumları soruyorum. Savaşların devam ettiğini, kabileler arası anlaşmazlıkların sürdüğünü, Somali ile sınır problemleri yaşadıklarını da ilave ediyor.
Afrika’nın kaderinin nasıl değişebileceğini soruyorum. Bana: ‘Eğitim’ diyor. Türkiye’den Afrika’nın en ücra köşelerine giden eğitim gönüllülerini soruyorum. Genç adam hatırlamıyor, ama yanındaki arkadaşı bir Türk ilkokulu olduğunu söylüyor. Sonra, İngilizlerin bölgede oynadığı oyunları, Afrika’nın Avrupa’ya kaçırılan maden yataklarını, zengin kaynaklarını hatırlıyor, hatırladıkça bu işin yine ancak eğitimle çözülebileceği konusunda hemfikir oluyoruz.
Sohbetimiz zaman zaman İstanbul ve Türk insanı üzerinde şekillense de genel olarak ben soruyorum O anlatıyor. Hayatımda ilk defa Etiyopya’lı birileriyle tanışan ben Afrika insanıyla bile Amerikalılardan daha fazla ortak paydamız ve dünyaya dair daha benzer kaygılarımız olduğunu görüyorum. Konuşmamız süresince Meksikalı genç işçi de arada Kepasa diyerek söze karışsa da bir şey anlamadığını fark ediyoruz. Bunu da sırf yazının başlığında neden Meksikalı yazdın demeyin diye anlatıyorum.
Baltimore’un en siyah caddelerinden geçerken, bir zamanlar bu sokaklarda arabanın kapılarını sımsıkı kilitleyip Yusuf yusuf modunda nasıl kaçtığımı anlattım. Kader bu ya, yine o sokaklardan birinde bir ranza deposunu arıyoruz. Yıkık dökük, önünde sadece entrance yazan bir binadan içeri ürkek adımlarla giriyoruz.
İçeride İngilizce bilmeyen bir adam bizi karşılıyor. İşaret diliyle anlaştıktan sonra siparişi kamyonete yükletiyoruz. Bu esnada kara kuru bir genç bize 'Siz Türk müsünüz?' diye soruyor. Henüz Amerika’ya geleli üç yıl olmasına rağmen akıcı İngilizcesi dikkatimizi çekiyor. University of Baltimore’da Business okuduğunu söylüyor. Niyetinin Amerika’da kalmak ve ailesini de buraya getirmek olduğunu söylüyor. Yani, Afrika’da yırtan az sayıda insandan biri de ben olayım istiyor.
Ardından gelirken niye baklava getirmediniz diye takılıyor ve biz muhabbete başlıyoruz. Etiyopya’nın Habeşistan olduğunu, Deniz Feneri’nin vakti zamanında oraya yardımlar gönderdiğini konuşuyoruz. Sürekli yardımlar geliyor diyor genç adam, farklı farklı ülkelerden. Hatta, devlete maddi yardımlar bile yapıldığını ancak bu paraları hep devlet büyüklerinin iç ettiğini anlatıyor.
Halkın fakirliğinden konuşuyoruz, Afrika’nın değişmeyen kaderinden söz ediyoruz. Genç adam, suçun insanlarda olduğunu, hiç bir şey yapmadıklarını söylese de ben yine de Afrika’yı vakti zamanında sömüren ve insanları uyuşturucu maddelerle düşüncesiz hale getiren Batı toplumuna kesiyorum faturayı.
Hristiyan olduğunu söyleyince şaşırıyorum. Sonradan öğrendiğime göre zaten halkın yarısı müslüman diğer yarısı da hristiyanmış. Ülkenin içinde bulunduğu durumları soruyorum. Savaşların devam ettiğini, kabileler arası anlaşmazlıkların sürdüğünü, Somali ile sınır problemleri yaşadıklarını da ilave ediyor.
Afrika’nın kaderinin nasıl değişebileceğini soruyorum. Bana: ‘Eğitim’ diyor. Türkiye’den Afrika’nın en ücra köşelerine giden eğitim gönüllülerini soruyorum. Genç adam hatırlamıyor, ama yanındaki arkadaşı bir Türk ilkokulu olduğunu söylüyor. Sonra, İngilizlerin bölgede oynadığı oyunları, Afrika’nın Avrupa’ya kaçırılan maden yataklarını, zengin kaynaklarını hatırlıyor, hatırladıkça bu işin yine ancak eğitimle çözülebileceği konusunda hemfikir oluyoruz.
Sohbetimiz zaman zaman İstanbul ve Türk insanı üzerinde şekillense de genel olarak ben soruyorum O anlatıyor. Hayatımda ilk defa Etiyopya’lı birileriyle tanışan ben Afrika insanıyla bile Amerikalılardan daha fazla ortak paydamız ve dünyaya dair daha benzer kaygılarımız olduğunu görüyorum. Konuşmamız süresince Meksikalı genç işçi de arada Kepasa diyerek söze karışsa da bir şey anlamadığını fark ediyoruz. Bunu da sırf yazının başlığında neden Meksikalı yazdın demeyin diye anlatıyorum.