30 Nisan 2008 Çarşamba
Amerikan Eğitim Sisteminde Günümüz Problemleri
29 Nisan 2008 Salı
Time to write in English
25 Nisan 2008 Cuma
Araba Sevdası
Amerika nasıl bu hale geldi, bu insanlar neden bu denli otomobil bağımlısı oldular sorusunu kendime defalarca sordum. Tarihi kaynaklara baktığımda, otomobilin icadından önce zaten at arabalarının yaygın olduğunu, hali hazırda bu rahata düşkünlüğün çok eskilere dayandığını gördüm.
O zamanlar toplu taşıma yerine bir şehirden diğerine gitmek daha önemli olduğundan ülkenin dört bir yanının demir ağlarla örüldüğünü, hem de bizimkinden kat kat fazla bu demiryollarına önem verildiğini öğrendim. Şimdilerde, trenler eskisi kadar tercih edilmese de belli güzergahlarda hala en geçerli ve pratik taşımacılığın yine trenlerle yapıldığını görüyoruz.
New York ve Washington D.C. arasındaki hızlı tren seferleri, New Jersey'de şehirleri birbirine bağlayan NJ Transit ve büyük şehirlerdeki metrolar örnek olarak verilebilir.
Şimdilerde Amerikan halkının farklı bir endişesi var. Bunca zamandır, çöp atmaya bile arabayla gitmeye alışmış Amerikalılar, benzin fiyatlarının anormal bir şekilde artması karşısında ne yapacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Bu ülkede bir zamanlar galonu (yaklaşık 3.8 litresi) 60 cent olan benzinin şu sıralar 3.49 dolar civarında seyretmesi halkı farklı çözümler geliştirmeye yöneltmiş.
Bunlardan ilki, Car Pooling adı verilen işe birlikte gidip gelme düşüncesi. Aynı mahallede oturan ve yakın yerlerde çalışan üç beş yakın arakadaş, çoğunlukla da akraba, aynı arabayla işe gidip geliyorlar. Sabah erkenden kalkılıyor, saatler ayarlanıyor ve tek tek insanlar evlerinden alınıyor. Böylece toplam masraf neredeyse dörtte üç oranında azalmış oluyor.
Benzin fiyatlarındaki artış yalnız vatandaşı değil aynı zamanda yerel yönetimleri de düşündürmeye başlamış. Geçtiğimiz akşam haber bülteninde çıkan Bridgeton kasabası polis merkezi, polis memurlarına birer bisiklet vermiş ve bundan sonra bununla devriye atın demiş. Bisikletlerin üzerinde Polis yazıları var ve ön tarafında ışıklı bir de Polis sireni bulunuyor. Polisler de bu durumu iyice içselleştirmiş olacaklar ki, ortaya çıkan komik durumu 'Halkla Daha İçli Dışlı Olma' şeklinde izah etmeye çalışıyorlar.
Tabii ki, yeni enerji arayışları içinde olan Amerikan Hükümeti bu durumu çözme adına kendince çözümler üretmeye çalışıyor. Şimdiden Toplu Taşıma Araçlarının iyileştirilmesi de kimi şehirlerde gündeme gelmiş durumda. Amerika bu durumdan nasıl sıyrılır bilinmez ama Dolmuş'u, Minibüs'ü bilmeyen bir toplumun tekrar toplu taşıma araçlarına yönelmesi gerçekten gözlemlemeye değer bir durum olacak benim açımdan.
23 Nisan 2008 Çarşamba
Başkanlık Yarışı'nda Son Durum
Program'da politik analizlerden tutun da sokaktaki vatandaşın görüşlerine kadar pek çok şey vardı. Geçmiş yıllara göre Demokratlar'ın oy yüzdeleri, İnternet'in bu yılki seçimler üzerindeki etkisi gibi daha bir çok konu da masaya yatırıldı. Ben de sizlerle bana ilginç gelen bazı detayları paylaşmak istiyorum.
Basın mensupları her iki adayı değerlendirirken kampanya web sayfalarından bile anlam çıkarmaya çalıştılar. Örneğin, Hillary Clinton'ın web sayfasının daha çok bir business görüntüsü verdiği, sayfada yer alan bağış miktarlarının insanlarda para çağrışımı yaptığını ve keskin çizgileri olan tasarımın ziyaretçilere çok da sempatik gelmediğini iddia ettiler. Öte yandan, Barack Obama'nın web sayfasında daha yumuşak ve iç açıcı renklerin yer aldığı, interaktif olarak daha dinamik bir görüntüye sahip olduğunu söylediler.
Bi görelim bakalım derseniz adresleri:
Her ne kadar kimileri Amerika'da ırkçılığın sona erdiğini söylese de Barack Obama, milyonlarca zenci Amerikalı için bir umut oldu. Öyle ki, ne zaman bir zenci ile karşılaşsanız Obama'nın kazanmasını istediğini rahatça ifade ettiğini görüyorsunuz. Philadelphia da malumunuz zenci nüfusun yoğun olduğu bir yerleşim yeri. Bu nedenle, kentin genelinde bir Obama havasının estiğini hissetmek hiç de zor değil.
Diğer yandan, beyazlar Clinton'ı, zenciler de Obama'yı destekleyecek diye bir genelleme yapmak da yanlış olur. Örneğin çok ilginç bir biçimde Philadelphia'nın zenci belediye başkanı Clinton'ı destekledi ve günlerdir neden böyle bir karar aldığı kendisine defalarca soruldu. Aynı şekilde Obama'yı destekleyen Holywood yıldızları ve özellikle ünlü yönetmen Michael Moore da ezberi bozanlardan oldu.
Seçimlere oldukça az bir zaman kalmış olmasına rağmen, Demokratların hala adaylarını seçememiş olması da en çok Cumhuriyetçilere yaradı. Bu zaman zarfında her iki Demokrat adayı da yıpratmaktan geri kalmayan bir takım basın kuruluşları da McCain'in mal beyanında bulunamayışını çoğu zaman es geçtiler.
Amerika'daki seçimler, hem ülke, hem de dünya gündemi açısından büyük önem taşıyor. Türkiye'ye bakan yönüyle henüz bir şey söylemek için erken, ama şu anda Amerika'nın ülke içindeki problemleri gelecek dönem başkan olacak şahsı oldukça uğraştıracak gibi gözüküyor.
21 Nisan 2008 Pazartesi
Amerikada bir Türk bir de Yunan
Herşeyden evvel, Amerikalıyım diyen herhangi birinin asıl köklerinin nerelere uzandığını merak ediyorsunuz. Bunların içinden yüzlerce yıl önce bu topraklara yerleşmiş olanlar için artık memleket kavramı çok da bir şey ifade etmiyor. Ama, kendisi göçüp gelmiş ya da anne babası göçmen olan ikinci kuşak tesmilcileri ile konuşmak çok daha keyifli.
Bugün de hamile bir bayan ile ilginç bir diyalog yaşadık. Anne ve babası Yunan, kendisi Amerika doğumlu, eşi de Yunan asıllı Amerikalı. Hatta, daha da ilginci memleketi bizim Çeşme'den çıplak gözle görünen Yunan adalarından biri olan Sakız Adası.
Daha önce de kendisiyle konuştuğumuzda edindiğim izlenim Yunanlıların kültürlerine ve dinlerine çok önem verdikleri yönündeydi. Ortodox mezhebine mensup Yunan toplumunun, aynı bizim Türkler gibi, kendi kiliseleri, Food Market'leri ve hatta Greek Festival diye bilinen festivalleri var. Kısacası kültürel değerlerini de nesilden nesile aktarmaya gayret ediyorlar.
Bugünkü konuşmamızın ana maddesi 'Doğacak Çocuğa Konulacak İsim' üzerineydi. Çocuk erkek olacakmış ve ister istemez ailede ismi ne olsun türünden bir gündem oluşmuş. Hamile bayan, doğacak çocuğun sülaledeki ilk erkek olması ve gelenekler gereği baba tarafından birinin ismini alması gerektiğini söyleyince gülümsedim. Bunu nasıl karşıladığını sordum, bana kendisinin de kayınpederini çok sevdiğini, bu yüzden çocuğa kayınpederinin ismini vermekte hiç bir sakınca görmediğini söyledi. Hatta, Yunanistan'da doğan ilk iki çocuğun ismini geleneksel olarak Baba tarafından aldığını, isim hakkının ancak üçüncü çocukta Anne tarafına geçtiğini söyledi. Bu konuda ise gelenekleri pek de takmadığını, ikinci çocukları olursa mutlaka Anne tarafından bir isim vereceğini ya da ismi kendinin koyacağını söyledi.
Ben de ona, bizim ailede bu işlerin pek de bu kadar demokratik olmadığından söz ettim. Benim de kardeşimin de isimleri Baba tarafındandı ne de olsa. Ama yine de Amerika'da bir geleneğin öyle ya da böyle sürdürülüyor olması beni sevindirdi. Her ne kadar, bu kimseler asırlık düşmanlarımız diye ezberlediğimiz Yunanlılar olsa bile. Belki de Amerika'yı Amerika yapan işte bu. Hangi kültür, dil, dün ve ırktan olursan ol, birlikte yaşayabiliyorsun ve kimse sana renginden ya da aksanından dolayı yargısız infazda bulunamıyor. Tamam, uygulamada bir takım sıkıntıla bulunabilir, ama en azından bu tür hassasiyetler anayasa ile güvence altına alınmış bir vaziyette.
20 Nisan 2008 Pazar
ütü sorunsalı
Amerika'da Cep Telefonları
Amerika’da cep telefonu sahibi olmak öğrenci statüsünde olan biri için hem zor hem de masraflı. Zorluğu iki yıllık kontrat yapmak durumunda kalmanız ve sizden sosyal güvenlik numarası istemeleri. Yok, ben buna gelemem derseniz de kontörlü hatlar var ama bu da pek cazip değil. Nedeni siz ararken de aranırken de kontörünüz düşüyor olması.
Kontrat gerektiren normal hatlar ise şu şekilde çalışıyor: Aylık sabit ücret ödeyip size uygun bir plan seçiyorsunuz; verilen dakikaları geçmeseniz bile sabit ücret değişmiyor. Hatta, planı aştığınızda dakika başına dört katına yakın para ödemeniz de söz konusu.
Örnek vermek gerekirse, aylık 1000 dakikalık bir plan seçtiniz diyelim. Bu planın ortalama 40 dolarlık bir sabit ücreti var. İşin güzel tarafı, hafta içi akşam 9’dan sonra sabaha kadar ve hafta sonları sınırsız konuşma imkanı var. Sanırım, bu 17 saatlik konuşmayı açıklıyor.
Amerikalılar, aslında cep telefonuyla tanışmada bizden bile geride kalmışlar. Bir zamanlar çağrı cihazı oldukça yaygın iken, şimdi herkeste bir cep telefonu var. En çok da otomobil kullanırken cep telefonu ile konuşuyor insanlar. Bu da trafikte kazalara neden oluyor. İşte bu yüzden New Jersey eyaletinde araç kullanırken cep telefonu ile konuşmak yasaklandı. Konuşursan 100 dolar cezası var.
Amerikalılarla Bir Arada
Sokaktaki bir Amerikalı ile hiç bir ortak noktanız olmadığı için iletişim kurmanız oldukça zordur. Ama bir şekilde Türkiye’ye gitmiş ya da Türkiye hakkında az çok fikir sahibi olmuş kimselere meramınızı anlatmanız, Türkiye’den ve Türk insanından konuşmanız hem ilişkileri geliştirme hem de ortak paydalarda buluşma adına önemli bir fırsattır.
Dün akşamki yemekte hiç şüphesiz Türkiye konuşuldu. Kimileri, Türkiye ile Amerika arasında kıyas yapmamı isterken kimileri de gelecek planlarm hakkında terletici sorular sordular. Yer yer Türk filmlerinden de konuştuk. Benim gibi dünya sinemasına meraklı 80li yaşlardaki bir nine ile Yılmaz Güney’in Yol filmini değerlendirmek oldukça ilginçti. Kendisine Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmini tavsiye ettim.
Bir başka Amerikalı da ısrarla Yunanistan ile aranızda ne anlaşmazlık var diye sordu. Ben, geçmişe gitmemiz gerektiğini söyleyince, ‘Türkiye yeni bir devlet, neden geçmişe gidiyorsunuz ki’ tepkisiyle karşılaştım. Kendisine mantıken haklı oduğunu, ancak Yunanlıların ya da Ermenilerin bizi hala Osmanlı’nın torunları olarak gördüklerini, bu yüzden sevmediklerini anlattım. Hatta, geçtiğimiz günlerde bir Türk bayan ile evlendikten sonra nikahı bozup Türklere küfürler yağdıran Yunan subayını bile bu geçmişe dayalı düşmanlığa örnek olarak gösterdim.
Philadelphia türk festivali
Festivale dair biraz da eleştirel gözle bakmak gerekirse, her ne kadar adı Philadelphia Türk Fetivali olsa da, ne yazık ki, Philadelphia’nın bundan haberi yok gibiydi. Bir kere festival yerinde uzaktan fark edilebilecek bir afiş ya da benzeri bir işaret yoktu. Festival alanının yanından kazara geçen insanlar burada neler oluyor demedikçe festivale ilgi göstermediler.
Florida Türk festivaline katıldıktan sonra, gözlemlerimi Philadelphia Türk Festivali komitesine de iletmiştim. Örneğin, festival olduğuna dair haftalar öncesinden bilbordların tutulması, şehrin farklı girişlerinden festival alanına tabelalarla yönlendirmelerin yapılması katılımcı sayısını artırmada etkili olabilirdi. Ne yazık ki, yine ‘Kendin Pişir Kendin Ye’ tarzında bir festival daha geçti, gitti. Umarım bundan sonra bu gibi ayrıntılar atlanmaz ve Amerikalılara zaten hakkında en ufak bir fikre sahip olmadıkları Türk kültürünü ve misafirperverliğini tanıtma fırsatlarını kaçırmayız.
19 Nisan 2008 Cumartesi
Bir Master Dersinden Kesitler
Ancak treni kaçırmamla birlikte tekrar çaresizce arabaya yönelip soluğu Philadelphia sokaklarında aldım. Haksız da sayılmazdım, yollar hınca hınç doluydu. Ne de olsa akşam eve dönüş saatleriydi ve böylesi bir trafik çok da yadırganacak bir durum değildi. Neyse ki, okul binasının hemen arka sokağında akşam beşten sonra tek fiyat: 5 dolar yazan bir katlı otopark buldum. Hiç tereddüt etmeden otoparka girdim ve bir sokak ötesindeki okul binasına güle oynaya yürüdüm. Sonradan öğrendim ki, bazı sınıf arkadaşlarım da aynı şeyi yapıp arabalarını oraya park etmişler.
Sınıf 14 katlı bir binanı sekizinci katında daracık bir oda. Toplasanız 15 kişi zor sığar. Allahtan toplam yedi öğrenci vardı da rahat rahat yerleştik. Şimdi sıkı durun: Hoca da dahil toplam sınıfta 8 kişi var ve bunların hepsi zenci Amerikalı, bir tek ben beyaz. Aslında bu çok da şaşılacak bir durum değil, Philadelphia zencilerin en yoğun yaşadıkları yerleşim yerlerinden biri. Ama diğer sınıflardaki zenci-beyaz dağılımını görünce ‘Ne yapalım, bizim talihimiz bu kadarmış’ dedim ister istemez.
Türk toplumunun aksine zencilere kötü gözle bakmamaya çalışırım, neticede onlar da insan. Kimileri bu tutumumun onları yakından tanımadığından kaynaklandığını söylese de ben aynı fikirde değilim. İnsanları renklerine göre sınıflandırmak bu artık geçtiğimiz yüzyılda kaldı.
Enteresandır, sınıftaki deneyimlerim hep beni haksız çıkaracak şekilde gelişiyor. Geçtiğimiz dönem de sınıfta zenciler vardı ama onlar daha çok Afrikadan göçüp gelmiş zencilerdi. Bir de böyle bir ayrım var burda, bir burda doğan ve büyük büyük annesi babası köle olarak bu ülkeye gelmiş olanlar, bir de kendi ülkesinde doğup büyüdükten sonra Amerika’ya yerleşenler.
Bu kez muhatap olduğumuz grup asıl burda doğup büyümüş, ancak bir şekilde makus talihini yenmiş, amiyane tabirle yırtmış, yani meslek sahibi olmuş zencilerden söz ediyoruz. Hatta bunların devlet okullarında öğretmenlik yapmış olduklarını da belirtelim ki, az sonra okuyacaklarınız hakkında yorumu siz yapabilesiniz. Okuma kolaylığı sağlaması açısından ben ve sıra arkadaşım arasında geçen diyalogla yazımı bitiriyorum.
- Türkiye’deki öğretmen maaşı ile Amerika’daki bir öğretmen maaşını kıyaslar mısın?
- Şimdi bu doğru bir karşılaştırma olmaz çünkü para birimlerimiz eşit değil.
- Bir Türk Lirasi ne kadar amerikan Doları’na eşit?
- Yaklaşık aynı.
- O halde bir Türk öğretmen yaklaşık ne kadar para alıyor?
- Aylık 800 YTL civarında.
- Türkiyede maaşlar aylık mı ödeniyor, burdaki gibi haftalık değil mi?
- Hayır, Türkiye’de maaşlar her ay başında ödeniyor.
- 800 YTL 800 dolar mı demek oluyor yani?
- Yaklaşık evet, ama dediğim gibi, Türkiye’de hayat şartları burdaki gibi zor değil.
- Bir ev kirası ne kadar mesela?
- Ortalama 400 dolar filan.
- Ciddi misin? Öğretmenler bizden daha çok alıyor desene.
- Tekrar ediyorum, bu kıyaslama doğru olmaz. Sizin burada aylık sabit giderleriniz var. Örneğin hepinizin arabası var, bu arabaların aylık sigorta bedelleri var.
- Türkiye’de araba yok mu? Atlarla mı işe gidiyorsunuz? (Oha artık)
- Hayır, Toplu Taşımacılık denilen bir sistem var.
Ve Muhabbet burda sona eriyor, çünkü ben daha fazla dayanamıyorum.
12 Nisan 2008 Cumartesi
Cenaze konvoyları
Gözü yaşlı bir devenin hikayesi
Film, biraz da belgesel niteliğinde olduğu için basit bir hikayeye dayanıyor. Moğolistan’da Gobi çöllerinde dünyaya yeni gözlerini açmış bir devenin annesi tarafından reddedilişi ve köy halkının bu sorunu çözme girişimleri konu ediliyor.
Biz daha çok Moğol halkın günlük yaşantısıyla ilgilendiğimiz için, hikaye de aslında bir nebze olsun geri planda kalıyor gibi gözüküyor. Neticede, çölün ortasında develerin günlük hayatı bir film için çok da ilgi çekici değil. Çadırda yaşayan yerli halkın maddi imkansızlıkları, en yakın kasabaya ulaşmak için koca bir çölü aşmak durumunda kalmaları, hala elektrik ve televizyon gibi modern hayatın nimetlerinden yararlanamıyor olmaları da altı çizilmesi gereken ayrıntılar olarak hatırda kalıyor.
Göçebe bir toplum olduğumuzdan sürekli dem vururuz ya, bu filmde Eski Türklerin yaşantısına daha yakından bakma fırsatı bulacaksınız. Duvarlarda asılı kilimler, üç neslin bir arada yaşadığı çadırlar, tek binek hayvanı olan devenin hem etinden, hem sütünden hem de yününden yararlanan bu insanların kültürümüze çok da yabancı olmadıklarının bir göstergesi adeta. Tek bir farkla: O da Budist olmaları.
Netice itibariyle, 1,5 saatlik zaman dilimini bir belgesel film izleyerek, bununla beraber bizden çok uzaklarda yaşayan bir toplumun günlük hayatına bakarak değerlendirmek istiyorsanız ilginç bir tercih olabilir.
Netflix ve Farklı Bir Müşteri Hizmetleri Deneyimi
2 Nisan 2008 Çarşamba
The Kite Runner / Uçurtma Avcısı
Sevgistanbul’da rastladığım bu filme, ilk defa Afganistan’ı konu edindiği için kayıtsız kalamazdım ve ilk fırsatta oturup izledim. Aslında, filmin Afgan filmi olduğunu zannediyordum, oysa ki bir Amerikan filmiymiş. Üstelik Afganistan diye yutturdukları sahneler de Çin’de çekilmiş.
Nihal Bengisu Karaca da film hakkında bir yazı kaleme almış. Kendisi filmin çok Amerikancı durduğundan yakınmış ve politika ile sanatın birbirine girmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş. Ben de kendisine büyük ölçüde katılıyorum ve sözünü edeceğim nedenlerden dolayı da filmi sakıncalı bile buluyorum.
Filmin içeriğine ve anlattığı hikayeye pek değinmeden, eleştirilerimi sıralamak istiyorum. Filmin ilk yarım saatinde küçük bir çocuğun maruz kaldığı taciz sahnesi adeta filmi kapatıp devam etmeme kararı almama neden oluyordu. O anda aklımdan geçen ilk şey: Böyle bir sahneyle verilmek istenen mesaj ne olabilir düşüncesiydi, ya da bunu izleyen bir Amerikalı ya da herhangi bir dünya vatandaşı ne düşünecekti: Birincisi, Afganistan’ın çok ilkel ve insanlıktan nasibini almamış bir ülke olduğuna pekala ikna olabilirdi. İkincisi, müslüman bir ülkede bunlar uluorta yaşanıyorsa, demek ki müslümanlar böyle sapık insanlar gibi bir kanaate de sahip olabilirdi.
Filmin sonlarına doğru koca bir stadyumda göstere göstere gerçekleşen recm sahnesi, bu ikinci kanaati destekler mahiyette. Taliban kontrolündeki Afganistan’da sebebini bilmediğimiz nedenden ötürü bir kadın, binlerce kişinin gözleri önünde recm ediliyor, ilginçtir ilk taşı atan da bu az önce sözünü ettiğimiz çocuk tacizini gerçekleştiren kişi. Dahası, yetimler yurdundan küçük çocukların Taliban tarafından zorla alınıp kız erkek demeden tacize uğradığını da ibretle seyrediyoruz.
Neticede, her iki sahne de kanımızı donduruyor. Hadiselerin gerçekliğinden şüphe etmekle beraber, tamamiyle Rus işgali olsun, Amerikan hegamonyası ya da Taliban yönetimi olsun sonucun değişmediğini, mazlum halkın her halukarda çile çekmeye devam ettiğini zorla da olsa idrak edebiliyoruz. Ancak, az önce de belirttiğim gibi, olaylara içeriden bakamayan bir izleyici için Taliban idaresinin zalimliğinden çok Müslüman imajının barbar, insanlıktan nasibini almamış bir cinsel sapık şekline sokulduğunu görüyoruz.
Üçüncü dünya ülkelerine Demokrasi’yi ve insan haklarını getirme sevdalısı Amerikan yönetiminin propagandasından öteye geçemeyen bu film, izlenmeyi pek de hak etmiyor.