30 Nisan 2008 Çarşamba

Amerikan Eğitim Sisteminde Günümüz Problemleri

Philadelphia'da bir Devlet Okulu İzlenimlerim
Eğitim sisteminde günümüz meseleleri olarak da çevirebileceğimiz, Contemparary Issues in Education dersi ara dönem raporunu hazırlamak amacıyla bir devlet okulunu ziyaret etmem gerekiyordu. Bu bağlamda Philadelphia'da bulunan Overbrook Elementary School'u ziyaret ettim ve izlenimlerimi aktarıyorum.
Okul, Philadelphia'nın kenar mahallelerinden birinde. Öğrencilerin yüzde 98.9 u zenci Amerikalı. İki katlı binada onlarca sınıf var. Sınıf mevcutları 20 ila 30 arasında değişiyor. Okul, dışarıdan adeta ölü, ses seda çıkmayan bir bina izlenimi verirken, içine girdiğinizde oldukça hareketli. Koridorda bekleyen veliler, dersten atılmış ya da ceza almış öğrenciler dikkat çekiyor.
İki katlı okul binasına girerken, kapıda duran zili çaldım, megafonda 'Kim O?' tarzında bir soru beklerken, kapı otomatik olarak açıldı ve içeriye elimi kolumu sallaya sallaya girdim. Beklediğim şey, girişte bir güvenlik görevlisinin 'Sen kimsin, nereye gidiyorsun' türünden sorularıyla muhatap olmaktı. Malum Amerika'da son yıllarda okullara girip önüne gelene ateş eden sapıklar peydah oldu.
Ofise doğru ilerledim, geleceğimden haberdar olan okul müdiresi bir kaç dakika beklememi söyledi. Ben de bu esnada koridorda bir kaç tur attım. Öğrencilerin çalışmaları, okulun test skorları arasında bir tablo dikkatimi çekti. Teacher Attandence diye bir tablo vardı ve aylara göre öğretmenlerin devamsızlıklarını gösteriyordu. İlk kez karşılaştığım için anlam veremedim, 'Öğretmenleri okula getirebilsek ne mutlu bize' mi demeye çalışıyorlar diye sormadan edemedim.
Ardından müdüre hanım beni çağırdı. Ne öğrenmek istediğimi sordu, ben de kendisine Eğitim Sisteminin mevcut sorunlarını araştırdığımı, bu konuda kendisinden aydınlatıcı fikirler almam gerektiğini söyledim. Sorunları sıralarken, Okul-Aile işbirliğinin istenen seviyede olmadığından yakındı. Öğrenci velilerinin, öğretmenlere karşı güvenlerinin az olduğu, her fırsatta kanuni haklarını hatırlatarak öğretmenlerin öğrenciler üzerindeki etkilerinin azaltılmaya çalışıldığını söyledi.Kendisine, çocukluğumdan örnekler vererek Türkiye'deki eğitim sistemi hakkında bir kaç fikir verdim. Özellikle öğretmenlerin üzerimizde ailemizden çok olduğunu, anne babaların eğer bir problem olursa öğretmenlerin tarafında yer aldığını, hatta gerektiğinde öğretmenin dayak atabildiğini söyledim. Şimdilerde bunun biraz daha değiştiğini biliyorum, benim bahsettiğim tabii ki bundan bir 20 sene öncesi. Bunları duyan müdüre hanım, dayağın kesinlikle gerekli olduğunu ve çıkartılmaması gerektiğini ısrarla vurguladı. ( Burada dayak yanlış anlaşılmasın, amerika'da seneler önce yasaklandı. Dayaktan anladıkları şey bizim gibi tekme tokat girişmek değil. Rakete benzer tahtadan bir sopa ile çocukların poposuna bir kaç defa vurmak eski Amerikan eğitim sisteminde mevcut idi)
Ardından, en büyük ikinci problemlerinin disiplin olduğunu, bunda da yine okul-aile işbirliğinin yetersiz olmasından kaynaklanan sorunlar olduğunu söyledi. Örneğin okulda sürekli problem çıkaran, diğer öğrencilere fiziksel şiddet uygulayan öğrencilere okul olarak ne kadar patırım uygularlarsa uygulasınlar, bunu aile tarafından desteklenmemesinin hiç bir mesafe alamamalarına neden olduğunu söyledi.
Son olarak da, maddi imkansızlıklardan dem vurdu. Öğretmenlerin yeterli eğitim, materyal ve psikolojik yardım almadıklarından şikayet etti. Bunun çözümünün de devlet tarafından aktarılan fonların artırılması gerektiğini dile getirdi.
Projenin ikinci ayağında, öğretmenlerle görüşme fırsatım oldu. Öğretmenlere de benzer sorular yönelttim, eğitim sistemindeki sıkıntılar üzerine. Yine benzer cevaplar aldım. Ailelerin çocuklarının eğitimine olan ilgisizlikleri ve bilgisizlikleri, maddi imkansızlıklardan ötürü kitap, defter, kalem, boya kalemi gibi ihityaçlarının devlet tarafından da giderilemediği gibi şikayetlerin yanında eğitim talepleri de başı çeken problemler arasındaydı. Özellikle sorunlu çocuklarla ilgilenme ve teknolojiye ayak uydurma gibi beklentileri vardı öğretmenlerin.
Farklı bir deneyim yaşadığım düşündüğüm bu okul ziyareti sonrasında, kafamda Amerikan eğitim sistemine dair bazı taşlar yerine oturur gibi oldu. Özellikle müdüre hanımla olan sohbetimizin bir yerinde okullardan dini eğitim çıkarılıp yerine hiç bir şeyin konulmaması ve Amerikalıların klasik 'Hakkını arama' hastalıklarının eğitim kurumlarını içinden çıkılamayacak sorunlar yumağı haline getirdiğine gözlerimle şahit oldum. Umarım, Türkiye'de Amerikan sistemini model olarak 'Büyük bir Marifet' olduğunu zannedenler, Türkiye'deki Eğitim Sistemi'nin iyileşmesi yönünde bu tecrübeleri dikkate alırlar. ( Gözlerimle şahit olduğum şey, ailelerin öğretmenlerle giriştikleri anlamsız tartışmalar, adeta anne baba öğretmene cephe almış ve eğitim sisteminde en büyük sorunun öğretmenlerde olduğunu düşünüyor, Öğretmene güven duyulmayan bir sistem sizce nasıl başarılı olabilir? )

29 Nisan 2008 Salı

Time to write in English

Finally, it's here. Long time ago, I tried to write in English. Somehow, I didn't like it. the reason for that was I didn't feel much comfortable when i was writing in another language. I felt that I could express my feelings better with my native language, which is Turkish. In addition, i was kind of scared to write wrong sentences. You know what, I don't care about that anymore. Writing in another language was almost a must for me. I am talking about America, I try to tell outsiders what America looks like and at the same time, I am trying to tell Americans how isolated they are. I hope, I will continue writing these English entries so that my friends -who are not Turkish- will be able to read and understand what I am trying to say.
There is of course much to say about America. You know people all around the world wonder what America looks like. Even though, US is not a dream country for many, still there are some people living out there within an American dream. All i am trying to do is, telling people what American looks like and how people live in this country. I am not a journalist, I am not an author, but I do observe things going around me and share my daily life experiences with my family and friends. So, do not expect me to be perfect in terms of writing, analyzing and summarizing. I am not going to translate everything I have written so far. However, I am going to write the things that I want all the people around the world should really know about them.

25 Nisan 2008 Cuma

Araba Sevdası

Dün yine arabayla yolculuk yaparken aklıma Türkiye'de olsam hiç bu kadar otomobil kullanır mıydım sorusu geldi. Geleli iki yıl olmuş ve toplam 35 bin mile yol katetmiştim. Kilometreye çevirdiğinizde 55 bin kilometre yapıyor ki bu Türkiye'yi bir uçtan diğer uca defalarca dolaşmanız anlamına geliyor.
Amerika nasıl bu hale geldi, bu insanlar neden bu denli otomobil bağımlısı oldular sorusunu kendime defalarca sordum. Tarihi kaynaklara baktığımda, otomobilin icadından önce zaten at arabalarının yaygın olduğunu, hali hazırda bu rahata düşkünlüğün çok eskilere dayandığını gördüm.
O zamanlar toplu taşıma yerine bir şehirden diğerine gitmek daha önemli olduğundan ülkenin dört bir yanının demir ağlarla örüldüğünü, hem de bizimkinden kat kat fazla bu demiryollarına önem verildiğini öğrendim. Şimdilerde, trenler eskisi kadar tercih edilmese de belli güzergahlarda hala en geçerli ve pratik taşımacılığın yine trenlerle yapıldığını görüyoruz.
New York ve Washington D.C. arasındaki hızlı tren seferleri, New Jersey'de şehirleri birbirine bağlayan NJ Transit ve büyük şehirlerdeki metrolar örnek olarak verilebilir.
Şimdilerde Amerikan halkının farklı bir endişesi var. Bunca zamandır, çöp atmaya bile arabayla gitmeye alışmış Amerikalılar, benzin fiyatlarının anormal bir şekilde artması karşısında ne yapacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Bu ülkede bir zamanlar galonu (yaklaşık 3.8 litresi) 60 cent olan benzinin şu sıralar 3.49 dolar civarında seyretmesi halkı farklı çözümler geliştirmeye yöneltmiş.
Bunlardan ilki, Car Pooling adı verilen işe birlikte gidip gelme düşüncesi. Aynı mahallede oturan ve yakın yerlerde çalışan üç beş yakın arakadaş, çoğunlukla da akraba, aynı arabayla işe gidip geliyorlar. Sabah erkenden kalkılıyor, saatler ayarlanıyor ve tek tek insanlar evlerinden alınıyor. Böylece toplam masraf neredeyse dörtte üç oranında azalmış oluyor.
Benzin fiyatlarındaki artış yalnız vatandaşı değil aynı zamanda yerel yönetimleri de düşündürmeye başlamış. Geçtiğimiz akşam haber bülteninde çıkan Bridgeton kasabası polis merkezi, polis memurlarına birer bisiklet vermiş ve bundan sonra bununla devriye atın demiş. Bisikletlerin üzerinde Polis yazıları var ve ön tarafında ışıklı bir de Polis sireni bulunuyor. Polisler de bu durumu iyice içselleştirmiş olacaklar ki, ortaya çıkan komik durumu 'Halkla Daha İçli Dışlı Olma' şeklinde izah etmeye çalışıyorlar.
Tabii ki, yeni enerji arayışları içinde olan Amerikan Hükümeti bu durumu çözme adına kendince çözümler üretmeye çalışıyor. Şimdiden Toplu Taşıma Araçlarının iyileştirilmesi de kimi şehirlerde gündeme gelmiş durumda. Amerika bu durumdan nasıl sıyrılır bilinmez ama Dolmuş'u, Minibüs'ü bilmeyen bir toplumun tekrar toplu taşıma araçlarına yönelmesi gerçekten gözlemlemeye değer bir durum olacak benim açımdan.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Başkanlık Yarışı'nda Son Durum


İlk kez bir başkanlık yarışına bu kadar yakından tanıklık ediyorum. Dün akşam, Demokrat Parti adaylarının Pennsylvania Primary adı verilen ön seçimlerdeki çekişmelerine şahit olduk. Akşam saatlerinde sandıkların açılmasıyla birlikte yerel kanallarda dakika dakika yarışın sonucunu takip ettik. Başından belli olan elemenin galibi Hillary Clinton oldu.
Program'da politik analizlerden tutun da sokaktaki vatandaşın görüşlerine kadar pek çok şey vardı. Geçmiş yıllara göre Demokratlar'ın oy yüzdeleri, İnternet'in bu yılki seçimler üzerindeki etkisi gibi daha bir çok konu da masaya yatırıldı. Ben de sizlerle bana ilginç gelen bazı detayları paylaşmak istiyorum.
Basın mensupları her iki adayı değerlendirirken kampanya web sayfalarından bile anlam çıkarmaya çalıştılar. Örneğin, Hillary Clinton'ın web sayfasının daha çok bir business görüntüsü verdiği, sayfada yer alan bağış miktarlarının insanlarda para çağrışımı yaptığını ve keskin çizgileri olan tasarımın ziyaretçilere çok da sempatik gelmediğini iddia ettiler. Öte yandan, Barack Obama'nın web sayfasında daha yumuşak ve iç açıcı renklerin yer aldığı, interaktif olarak daha dinamik bir görüntüye sahip olduğunu söylediler.
Bi görelim bakalım derseniz adresleri:
http://www.hillaryclinton.com/ ve http://www.barackobama.com/
Her ne kadar kimileri Amerika'da ırkçılığın sona erdiğini söylese de Barack Obama, milyonlarca zenci Amerikalı için bir umut oldu. Öyle ki, ne zaman bir zenci ile karşılaşsanız Obama'nın kazanmasını istediğini rahatça ifade ettiğini görüyorsunuz. Philadelphia da malumunuz zenci nüfusun yoğun olduğu bir yerleşim yeri. Bu nedenle, kentin genelinde bir Obama havasının estiğini hissetmek hiç de zor değil.
Diğer yandan, beyazlar Clinton'ı, zenciler de Obama'yı destekleyecek diye bir genelleme yapmak da yanlış olur. Örneğin çok ilginç bir biçimde Philadelphia'nın zenci belediye başkanı Clinton'ı destekledi ve günlerdir neden böyle bir karar aldığı kendisine defalarca soruldu. Aynı şekilde Obama'yı destekleyen Holywood yıldızları ve özellikle ünlü yönetmen Michael Moore da ezberi bozanlardan oldu.
Seçimlere oldukça az bir zaman kalmış olmasına rağmen, Demokratların hala adaylarını seçememiş olması da en çok Cumhuriyetçilere yaradı. Bu zaman zarfında her iki Demokrat adayı da yıpratmaktan geri kalmayan bir takım basın kuruluşları da McCain'in mal beyanında bulunamayışını çoğu zaman es geçtiler.
Amerika'daki seçimler, hem ülke, hem de dünya gündemi açısından büyük önem taşıyor. Türkiye'ye bakan yönüyle henüz bir şey söylemek için erken, ama şu anda Amerika'nın ülke içindeki problemleri gelecek dönem başkan olacak şahsı oldukça uğraştıracak gibi gözüküyor.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Amerikada bir Türk bir de Yunan

Amerika'da yaşamanın en büyük avantajlarından biri farklı kültür ve milletlerden insanlarla bir araya gelebilme fırsatı. En çok hoşuma giden de hiç şüphesiz bu kültürlerm ile kendi kültürümüz arasında kurulan bağlar ve ilginç benzerlikler.
Herşeyden evvel, Amerikalıyım diyen herhangi birinin asıl köklerinin nerelere uzandığını merak ediyorsunuz. Bunların içinden yüzlerce yıl önce bu topraklara yerleşmiş olanlar için artık memleket kavramı çok da bir şey ifade etmiyor. Ama, kendisi göçüp gelmiş ya da anne babası göçmen olan ikinci kuşak tesmilcileri ile konuşmak çok daha keyifli.
Bugün de hamile bir bayan ile ilginç bir diyalog yaşadık. Anne ve babası Yunan, kendisi Amerika doğumlu, eşi de Yunan asıllı Amerikalı. Hatta, daha da ilginci memleketi bizim Çeşme'den çıplak gözle görünen Yunan adalarından biri olan Sakız Adası.
Daha önce de kendisiyle konuştuğumuzda edindiğim izlenim Yunanlıların kültürlerine ve dinlerine çok önem verdikleri yönündeydi. Ortodox mezhebine mensup Yunan toplumunun, aynı bizim Türkler gibi, kendi kiliseleri, Food Market'leri ve hatta Greek Festival diye bilinen festivalleri var. Kısacası kültürel değerlerini de nesilden nesile aktarmaya gayret ediyorlar.
Bugünkü konuşmamızın ana maddesi 'Doğacak Çocuğa Konulacak İsim' üzerineydi. Çocuk erkek olacakmış ve ister istemez ailede ismi ne olsun türünden bir gündem oluşmuş. Hamile bayan, doğacak çocuğun sülaledeki ilk erkek olması ve gelenekler gereği baba tarafından birinin ismini alması gerektiğini söyleyince gülümsedim. Bunu nasıl karşıladığını sordum, bana kendisinin de kayınpederini çok sevdiğini, bu yüzden çocuğa kayınpederinin ismini vermekte hiç bir sakınca görmediğini söyledi. Hatta, Yunanistan'da doğan ilk iki çocuğun ismini geleneksel olarak Baba tarafından aldığını, isim hakkının ancak üçüncü çocukta Anne tarafına geçtiğini söyledi. Bu konuda ise gelenekleri pek de takmadığını, ikinci çocukları olursa mutlaka Anne tarafından bir isim vereceğini ya da ismi kendinin koyacağını söyledi.
Ben de ona, bizim ailede bu işlerin pek de bu kadar demokratik olmadığından söz ettim. Benim de kardeşimin de isimleri Baba tarafındandı ne de olsa. Ama yine de Amerika'da bir geleneğin öyle ya da böyle sürdürülüyor olması beni sevindirdi. Her ne kadar, bu kimseler asırlık düşmanlarımız diye ezberlediğimiz Yunanlılar olsa bile. Belki de Amerika'yı Amerika yapan işte bu. Hangi kültür, dil, dün ve ırktan olursan ol, birlikte yaşayabiliyorsun ve kimse sana renginden ya da aksanından dolayı yargısız infazda bulunamıyor. Tamam, uygulamada bir takım sıkıntıla bulunabilir, ama en azından bu tür hassasiyetler anayasa ile güvence altına alınmış bir vaziyette.

20 Nisan 2008 Pazar

ütü sorunsalı

Bekar erkeğin en büyük derdidir ütü yapmak. Hatta sırf ütü için evlenilir diyenlere bile rastlarsınız. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bilinmez ama hayatının son on yılı boyunca bir şekilde düzenli ya da düzensiz aralıklarla ütü yapan biri için bu ızdırabın ne denli büyük olduğunu bilemezsiniz.Bundan 3 yıl kadar önce Türkiye'de bu sorunsal aslında bir zevk haline gelmişti. Nasıl mı, tam 200 YTL para sayıp TEFAL'in en son model buharlı ütüsünün almıştım da ondan. Bu süper-sonik ütü yakmaz, yapışmaz ve sen fişe takılı unutsan bile kendi kendine kapalı kalmayı beceren tam bekar işi bir ütüydü. Zaten, ütü yaparken bir yandan da müzik dinler, madem kaçış yok bari zevk almaya bak derdim. Hayat, hep böyle toz pemde devam etmiyor sevgili okuyucu.
Kaderin bir cilvesi sonucu soluğu Amerika'da aldık. Bir kaç gün geçmişti ki ister istemez çamaşır yıkamak ve ütü yapmak kaçınılmaz olmuştu. Sarar marka kazağımı da bu ilk çamaşır makinesi - kurutucu ikilisi yüzünden kurban vermiştim. İhtiyaç hasıl oldu, kumaş pantolon gömlek giymek durumunda kaldık. Oysa ben Amerika'da kumaş pantolon mu giyilir diye yanımda hiç bir şey getirmemiştim. Walmart'tan aldığım 10 dolarlık gömlek ve pantolonların bu kadar da kalitesiz olacağını hesaba katmamıştım. Ama yine de kendime bunu sorun etmedim.
Ve ütü kabuslarına geri dönüş: Amerika'da ütü yapmanın bu kadar çile çektireceğini bilseydim vallahi de billahi de ütümü yanımda getirirdim. Ne gibi sıkıntılar çektin derseniz, sürekli su akıtan ütüler, suyun yüzünden pas tutan ütü masaları, bir türlü ısınmayan ütünün tabanı, otomatik kapanma sistemi olmayan saçma sapan çin malı ütüler.
Peki, Amerikalılar ne yapıyor, onlar nasıl yaşıyorlar diye düşündüm aklıma şu ihtimaller geldi.1. Hiç ütüye ihtiyaçları olmayan, sürekli spor giyinen tipler, kurutucudan aldıkları gibi giyiniyorlar.2. Kuru temizlemeciye verip 3 gömlek 1 dolara bu işi ütüsüz hallediyorlar.3. Ya da benim bilmediğim bir yöntemleri var.

Amerika'da Cep Telefonları

Geçtiğimiz ay toplam 17 saat telefonla konuşmuşum. Bunu annemler duysa eminim kendilerini ayda yılda bir kez aradığım için bana çok kızacaklardır. Ama hadise öyle göründüğü gibi değil.
Amerika’da cep telefonu sahibi olmak öğrenci statüsünde olan biri için hem zor hem de masraflı. Zorluğu iki yıllık kontrat yapmak durumunda kalmanız ve sizden sosyal güvenlik numarası istemeleri. Yok, ben buna gelemem derseniz de kontörlü hatlar var ama bu da pek cazip değil. Nedeni siz ararken de aranırken de kontörünüz düşüyor olması.
Kontrat gerektiren normal hatlar ise şu şekilde çalışıyor: Aylık sabit ücret ödeyip size uygun bir plan seçiyorsunuz; verilen dakikaları geçmeseniz bile sabit ücret değişmiyor. Hatta, planı aştığınızda dakika başına dört katına yakın para ödemeniz de söz konusu.
Örnek vermek gerekirse, aylık 1000 dakikalık bir plan seçtiniz diyelim. Bu planın ortalama 40 dolarlık bir sabit ücreti var. İşin güzel tarafı, hafta içi akşam 9’dan sonra sabaha kadar ve hafta sonları sınırsız konuşma imkanı var. Sanırım, bu 17 saatlik konuşmayı açıklıyor.
Amerikalılar, aslında cep telefonuyla tanışmada bizden bile geride kalmışlar. Bir zamanlar çağrı cihazı oldukça yaygın iken, şimdi herkeste bir cep telefonu var. En çok da otomobil kullanırken cep telefonu ile konuşuyor insanlar. Bu da trafikte kazalara neden oluyor. İşte bu yüzden New Jersey eyaletinde araç kullanırken cep telefonu ile konuşmak yasaklandı. Konuşursan 100 dolar cezası var.

Amerikalılarla Bir Arada

Bir grup Amerikalı ile bir Türk lokantasında yemek yiyoruz. Gruptakilerin yaş ortalaması 60. Benim orda ne işim var diye sorarsanız, ben de Türkiye’ye gitmiş ve ileride tekrar gitmeyi düşünen bu insanlara Türkiye hakkında daha ayrıntılı bilgi verme, aynı zamanda tanışıp kaynaşma düşüncesi ile oraya gittim.
Sokaktaki bir Amerikalı ile hiç bir ortak noktanız olmadığı için iletişim kurmanız oldukça zordur. Ama bir şekilde Türkiye’ye gitmiş ya da Türkiye hakkında az çok fikir sahibi olmuş kimselere meramınızı anlatmanız, Türkiye’den ve Türk insanından konuşmanız hem ilişkileri geliştirme hem de ortak paydalarda buluşma adına önemli bir fırsattır.
Dün akşamki yemekte hiç şüphesiz Türkiye konuşuldu. Kimileri, Türkiye ile Amerika arasında kıyas yapmamı isterken kimileri de gelecek planlarm hakkında terletici sorular sordular. Yer yer Türk filmlerinden de konuştuk. Benim gibi dünya sinemasına meraklı 80li yaşlardaki bir nine ile Yılmaz Güney’in Yol filmini değerlendirmek oldukça ilginçti. Kendisine Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmini tavsiye ettim.
Bir başka Amerikalı da ısrarla Yunanistan ile aranızda ne anlaşmazlık var diye sordu. Ben, geçmişe gitmemiz gerektiğini söyleyince, ‘Türkiye yeni bir devlet, neden geçmişe gidiyorsunuz ki’ tepkisiyle karşılaştım. Kendisine mantıken haklı oduğunu, ancak Yunanlıların ya da Ermenilerin bizi hala Osmanlı’nın torunları olarak gördüklerini, bu yüzden sevmediklerini anlattım. Hatta, geçtiğimiz günlerde bir Türk bayan ile evlendikten sonra nikahı bozup Türklere küfürler yağdıran Yunan subayını bile bu geçmişe dayalı düşmanlığa örnek olarak gösterdim.

Philadelphia türk festivali

Amerika’nın artık dört bir yanında Türk festivalleri düzenlenir oldu. Bu geleneği sürdürmek için Philadelphia civarında yaşayan Türkler de bu yıl ikinci kez bir araya geldiler ve geçen yıla göre daha organize bir etkinlik düzenlediler. Festival, tüm eksikliklerine rağmen olumlu bir girişim ve her geçen yıl daha da genişleyerek büyümek mecburiyetinde.
Festivale dair biraz da eleştirel gözle bakmak gerekirse, her ne kadar adı Philadelphia Türk Fetivali olsa da, ne yazık ki, Philadelphia’nın bundan haberi yok gibiydi. Bir kere festival yerinde uzaktan fark edilebilecek bir afiş ya da benzeri bir işaret yoktu. Festival alanının yanından kazara geçen insanlar burada neler oluyor demedikçe festivale ilgi göstermediler.
Florida Türk festivaline katıldıktan sonra, gözlemlerimi Philadelphia Türk Festivali komitesine de iletmiştim. Örneğin, festival olduğuna dair haftalar öncesinden bilbordların tutulması, şehrin farklı girişlerinden festival alanına tabelalarla yönlendirmelerin yapılması katılımcı sayısını artırmada etkili olabilirdi. Ne yazık ki, yine ‘Kendin Pişir Kendin Ye’ tarzında bir festival daha geçti, gitti. Umarım bundan sonra bu gibi ayrıntılar atlanmaz ve Amerikalılara zaten hakkında en ufak bir fikre sahip olmadıkları Türk kültürünü ve misafirperverliğini tanıtma fırsatlarını kaçırmayız.

19 Nisan 2008 Cumartesi

Bir Master Dersinden Kesitler

Master programında ilginç deneyimler yaşamaya devam ediyorum. Bu dönem, her ne kadar istemesem de Philadelphia’dan ders almak durumunda kaldım. İstemeyişimin nedeni, şehir merkezinde her zaman araba parkının sorun oluşu, trafiğin mesafeyi neredeyse ikiye katlaması gibi otomobil kaynaklı problemlerdi. Bu problemleri çözmenin pek de kolay olmadığından hareketle ben de trenle gitme kararı almıştım. Ders göreceğim bina da tren istasyonuna pek de uzak sayılmazdı.
Ancak treni kaçırmamla birlikte tekrar çaresizce arabaya yönelip soluğu Philadelphia sokaklarında aldım. Haksız da sayılmazdım, yollar hınca hınç doluydu. Ne de olsa akşam eve dönüş saatleriydi ve böylesi bir trafik çok da yadırganacak bir durum değildi. Neyse ki, okul binasının hemen arka sokağında akşam beşten sonra tek fiyat: 5 dolar yazan bir katlı otopark buldum. Hiç tereddüt etmeden otoparka girdim ve bir sokak ötesindeki okul binasına güle oynaya yürüdüm. Sonradan öğrendim ki, bazı sınıf arkadaşlarım da aynı şeyi yapıp arabalarını oraya park etmişler.
Sınıf 14 katlı bir binanı sekizinci katında daracık bir oda. Toplasanız 15 kişi zor sığar. Allahtan toplam yedi öğrenci vardı da rahat rahat yerleştik. Şimdi sıkı durun: Hoca da dahil toplam sınıfta 8 kişi var ve bunların hepsi zenci Amerikalı, bir tek ben beyaz. Aslında bu çok da şaşılacak bir durum değil, Philadelphia zencilerin en yoğun yaşadıkları yerleşim yerlerinden biri. Ama diğer sınıflardaki zenci-beyaz dağılımını görünce ‘Ne yapalım, bizim talihimiz bu kadarmış’ dedim ister istemez.
Türk toplumunun aksine zencilere kötü gözle bakmamaya çalışırım, neticede onlar da insan. Kimileri bu tutumumun onları yakından tanımadığından kaynaklandığını söylese de ben aynı fikirde değilim. İnsanları renklerine göre sınıflandırmak bu artık geçtiğimiz yüzyılda kaldı.
Enteresandır, sınıftaki deneyimlerim hep beni haksız çıkaracak şekilde gelişiyor. Geçtiğimiz dönem de sınıfta zenciler vardı ama onlar daha çok Afrikadan göçüp gelmiş zencilerdi. Bir de böyle bir ayrım var burda, bir burda doğan ve büyük büyük annesi babası köle olarak bu ülkeye gelmiş olanlar, bir de kendi ülkesinde doğup büyüdükten sonra Amerika’ya yerleşenler.
Bu kez muhatap olduğumuz grup asıl burda doğup büyümüş, ancak bir şekilde makus talihini yenmiş, amiyane tabirle yırtmış, yani meslek sahibi olmuş zencilerden söz ediyoruz. Hatta bunların devlet okullarında öğretmenlik yapmış olduklarını da belirtelim ki, az sonra okuyacaklarınız hakkında yorumu siz yapabilesiniz. Okuma kolaylığı sağlaması açısından ben ve sıra arkadaşım arasında geçen diyalogla yazımı bitiriyorum.
- Türkiye’deki öğretmen maaşı ile Amerika’daki bir öğretmen maaşını kıyaslar mısın?
- Şimdi bu doğru bir karşılaştırma olmaz çünkü para birimlerimiz eşit değil.
- Bir Türk Lirasi ne kadar amerikan Doları’na eşit?
- Yaklaşık aynı.
- O halde bir Türk öğretmen yaklaşık ne kadar para alıyor?
- Aylık 800 YTL civarında.
- Türkiyede maaşlar aylık mı ödeniyor, burdaki gibi haftalık değil mi?
- Hayır, Türkiye’de maaşlar her ay başında ödeniyor.
- 800 YTL 800 dolar mı demek oluyor yani?
- Yaklaşık evet, ama dediğim gibi, Türkiye’de hayat şartları burdaki gibi zor değil.
- Bir ev kirası ne kadar mesela?
- Ortalama 400 dolar filan.
- Ciddi misin? Öğretmenler bizden daha çok alıyor desene.
- Tekrar ediyorum, bu kıyaslama doğru olmaz. Sizin burada aylık sabit giderleriniz var. Örneğin hepinizin arabası var, bu arabaların aylık sigorta bedelleri var.
- Türkiye’de araba yok mu? Atlarla mı işe gidiyorsunuz? (Oha artık)
- Hayır, Toplu Taşımacılık denilen bir sistem var.
Ve Muhabbet burda sona eriyor, çünkü ben daha fazla dayanamıyorum.

12 Nisan 2008 Cumartesi

Cenaze konvoyları

Amerika’da Türkiye’den farklı olduğunu düşündüğüm kuralları ve uygulamaları sizlerle paylaşıyorum. Aslında epeydir aklımda olan ancak geçen gün yolda karşıma çıkan değişik bir uygulamaya tekrar rastladığım için artık söz etmek kaçınılmaz oldu.
Ülkemizdeki cenaze merasimlerini düşünün. Camide toplanan kalabalığın cenaze namazını kılmasının ardından omuzlara alınan tabut bir müddet taşındıktan sonra mezarlığa götürülür ve defnedilir. Bizde süreç genel olarak bu şekildedir.
Amerika’da bizden farklı olarak Funeral Home diye bilinen özel şirketler var. Bu şirketler, cenaze işlemlerini yürüttükleri gibi, başsağlığı için de davet verebileceğiniz bir salon hizmeti de sunmakta. Ayrıca, cenaze arabası ve eskort hizmeti de sağlayan bu şirketler bütün bu işlemleri oldukça fahiş bir fiyat karşılığında yapıyorlar.
Maddi kıyaslamayı daha net yapabilmeniz için şöyle bir örnek vereyim. Burada vefat eden bir müslüman, doğal olarak hristiyan mezarlığına gömülmek istemez. Ya ülkesine uçakla geri gönderilecektir ya da en yakın müslüman mezalığına defnedilecektir. Amerika’da bir defin işlemi yalnızca belediyeye ödenen miktar göz önüne alındığında 2500-3000 doları bulbilmektedir. Düşünsenize, paranız yoksa cesedinizi gömeceğiniz toprağınız bile yok!
Amerika’da cenaze konvoylarında da ilginç manzaralar oluşmaktadır. En önde giden Eskort aracı, ardından cenazenin taşındığı cenaze arabası ve her birinin üzerinde Funeral ibaresi bulunan konvoya katılan diğer araçlar. Bu konvoy, en sağ şeritten dörtlü sinyalleri yakarak ilerleri. Trafikte geçiş üstünlüğü olan cenaze konvoyları kımızı ışıkta durma zorunda değildir. O yüzden, eğer bir cenaze konvoyuna rastlarsanız size yolunuzu değiştirmenizi tavsiye ederim.
Örnek bir Funeral Home web sayfası için http://www.crowderfuneralhome.com/
Fiyatları daha fazla merak ediyorsanız: http://www.grocefuneralhome.com/gpl.shtml

Gözü yaşlı bir devenin hikayesi

Bu yazıda size bir Moğol filminden söz edeceğim. Esasında bu yapıt Alman yapımı, ancak Moğolistan’da geçen ve gerçek hayattan bir kesit sunan farklı bir belgesel film niteliğinde. Oyuncular da gerçek hayattaki rollerini oynamışlar zaten.

Film, biraz da belgesel niteliğinde olduğu için basit bir hikayeye dayanıyor. Moğolistan’da Gobi çöllerinde dünyaya yeni gözlerini açmış bir devenin annesi tarafından reddedilişi ve köy halkının bu sorunu çözme girişimleri konu ediliyor.

Biz daha çok Moğol halkın günlük yaşantısıyla ilgilendiğimiz için, hikaye de aslında bir nebze olsun geri planda kalıyor gibi gözüküyor. Neticede, çölün ortasında develerin günlük hayatı bir film için çok da ilgi çekici değil. Çadırda yaşayan yerli halkın maddi imkansızlıkları, en yakın kasabaya ulaşmak için koca bir çölü aşmak durumunda kalmaları, hala elektrik ve televizyon gibi modern hayatın nimetlerinden yararlanamıyor olmaları da altı çizilmesi gereken ayrıntılar olarak hatırda kalıyor.

Göçebe bir toplum olduğumuzdan sürekli dem vururuz ya, bu filmde Eski Türklerin yaşantısına daha yakından bakma fırsatı bulacaksınız. Duvarlarda asılı kilimler, üç neslin bir arada yaşadığı çadırlar, tek binek hayvanı olan devenin hem etinden, hem sütünden hem de yününden yararlanan bu insanların kültürümüze çok da yabancı olmadıklarının bir göstergesi adeta. Tek bir farkla: O da Budist olmaları.

Netice itibariyle, 1,5 saatlik zaman dilimini bir belgesel film izleyerek, bununla beraber bizden çok uzaklarda yaşayan bir toplumun günlük hayatına bakarak değerlendirmek istiyorsanız ilginç bir tercih olabilir.

Filmin IMBD sayfasına buradan ulaşılabilir.

Netflix ve Farklı Bir Müşteri Hizmetleri Deneyimi

Şimdi siz başımdan geçen ilginç bir müşteri hizmetleri deneyimimi aktarmak istiyorum. Takip edenler bilir, siteye zaman zaman dünya sinemalarından beğendiğim filmler hakkında bir takım değerlendirme yazıları ilave ediyorum. Bunu yapmaktaki amacım, hem Amerika’da medyanın ve günlük hayatın insanı dünyadan tamamiyle izole etmiş atmosferinden uzaklaşmak hem de farklı toplumların ve kültürlerin yaşayışlarına dışarıdan bir gözle bakarak bu insanları daha iyi anlamaya çalışmak. Neticede Amerika’da hemen her milletten insan bulunuyor ve ne yazık ki kimse kimse hakkında en ufak bir bilgiye dahi sahip değil.
Bunu yaparken beslenme kaynaklarımdan birini hiç şüphesiz Netflix oluşturuyor. 80,000 in üzerinde yerli yabancı film arşiviyle bazen seçmekte zorlandığım filmler arasından izlenmeye değer bulduklarımı sizinle paylaşıyorum. Dilerseniz kısaca Netflix ne demek bunu bir açıklayalım.
Netflix, internet üzerinden film kiralamanıza olanak tanıyan, aylık abonelik sistemi ile çalışan bir şirket. Filmi seçiyorsunuz, iki gün sonra posta kutunuzda. Tabi bu sistem ‘Hadi gidelim bir film kiralayalım’ düşüncesinde olanlar için pek cazip değil. Bu düşüncede olanların yardımına ise Blockbuster ismindeki video kiralama mağazaları yetişiyor.
Netflix, şimdilerde yeni bir uygulama ile rakiplerinin bir adım önüne geçmeye çalışıyor. İnternet üzerinden dilediğiniz filmi izlemenize imkan tanıyan bu sistem ilerleyen günlerde hem postadaki gecikmelerin hem de evden çıkmanın verdiği sıkıcı durumları ortadan kaldıracak gibi gözüküyor.
Gelelim asıl konumuza. Netflix’in web sayfasında yaşadığım bir sorundan dolayı müşteri hizmetleri ile bağlantıya geçtim. Telefonun diğer ucundaki yetkili, bana web sayfasından bir kaç linki tıklamamı söyledi. Ardından açılan bir pencerede Assist isimli bir programı yüklememi istedi. Programı yükledikten sonra telefondaki ses ‘Şu anda bilgisayarınızı ben kontrol ediyorum’ dedi. Ben şaşkınlık içindeyken, karşı taraftaki kullanıcı bilgisayarımda windows dosyalarında dolaşarak problemi çözdü.
Yaşadığım bu tecrübe, bana ister istemez bunun ne denli pratik bir çözüm olduğunu hatırlattı. Zira, telefondaki ses, bilgisayarınızı açın, falanca tuşa tıklayın. Ondan sonra çıkan pencerede şu şu işlemleri uygulayın demektense bizzat kendi bu işi yapmayı tercih etti. Bu da müşteri hizmetlerinde pratikliğin ve çözüm odaklılığın bir başka göstergesi olsa gerek diye düşündüm.

2 Nisan 2008 Çarşamba

The Kite Runner / Uçurtma Avcısı

Sevgistanbul’da rastladığım bu filme, ilk defa Afganistan’ı konu edindiği için kayıtsız kalamazdım ve ilk fırsatta oturup izledim. Aslında, filmin Afgan filmi olduğunu zannediyordum, oysa ki bir Amerikan filmiymiş. Üstelik Afganistan diye yutturdukları sahneler de Çin’de çekilmiş.

Nihal Bengisu Karaca da film hakkında bir yazı kaleme almış. Kendisi filmin çok Amerikancı durduğundan yakınmış ve politika ile sanatın birbirine girmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş. Ben de kendisine büyük ölçüde katılıyorum ve sözünü edeceğim nedenlerden dolayı da filmi sakıncalı bile buluyorum.

Filmin içeriğine ve anlattığı hikayeye pek değinmeden, eleştirilerimi sıralamak istiyorum. Filmin ilk yarım saatinde küçük bir çocuğun maruz kaldığı taciz sahnesi adeta filmi kapatıp devam etmeme kararı almama neden oluyordu. O anda aklımdan geçen ilk şey: Böyle bir sahneyle verilmek istenen mesaj ne olabilir düşüncesiydi, ya da bunu izleyen bir Amerikalı ya da herhangi bir dünya vatandaşı ne düşünecekti: Birincisi, Afganistan’ın çok ilkel ve insanlıktan nasibini almamış bir ülke olduğuna pekala ikna olabilirdi. İkincisi, müslüman bir ülkede bunlar uluorta yaşanıyorsa, demek ki müslümanlar böyle sapık insanlar gibi bir kanaate de sahip olabilirdi.

Filmin sonlarına doğru koca bir stadyumda göstere göstere gerçekleşen recm sahnesi, bu ikinci kanaati destekler mahiyette. Taliban kontrolündeki Afganistan’da sebebini bilmediğimiz nedenden ötürü bir kadın, binlerce kişinin gözleri önünde recm ediliyor, ilginçtir ilk taşı atan da bu az önce sözünü ettiğimiz çocuk tacizini gerçekleştiren kişi. Dahası, yetimler yurdundan küçük çocukların Taliban tarafından zorla alınıp kız erkek demeden tacize uğradığını da ibretle seyrediyoruz.

Neticede, her iki sahne de kanımızı donduruyor. Hadiselerin gerçekliğinden şüphe etmekle beraber, tamamiyle Rus işgali olsun, Amerikan hegamonyası ya da Taliban yönetimi olsun sonucun değişmediğini, mazlum halkın her halukarda çile çekmeye devam ettiğini zorla da olsa idrak edebiliyoruz. Ancak, az önce de belirttiğim gibi, olaylara içeriden bakamayan bir izleyici için Taliban idaresinin zalimliğinden çok Müslüman imajının barbar, insanlıktan nasibini almamış bir cinsel sapık şekline sokulduğunu görüyoruz.

Üçüncü dünya ülkelerine Demokrasi’yi ve insan haklarını getirme sevdalısı Amerikan yönetiminin propagandasından öteye geçemeyen bu film, izlenmeyi pek de hak etmiyor.