Amerika'ya geldiğim günden beri belki de en çok methini duyduğum ve dolayısıyla gitmeyi arzu ettiğim şehirlerden biri de Boston'dı. Geçtiğimiz günlerde bir günlüğüne de olsa Boston ve gıyabında Massachusetts, Connecticut ve Rhode Island eyaletlerinden geçme fırsatım oldu. Bu yazıda kısaca sizlere izlenimlerimi aktarmak ve az da olsa Boston ile diğer Amerikan şehirlerinin ve Avrupa kentlerinin bir karşılaştırmasını yapmak niyetindeyim.
Öncelikle sizlere yol güzergahımızdan söz edeyim. Güney New Jersey'den başlayan yolculuğumuz New Jersey Turn Pike olarak bilinen ve eyaleti Kuzey Güney istikametinde birbirine bağlayan otoyol üzerinde New York eyalet sınırına kadar sürdü. Ardından, Doğu şeridini bir baştan bir başa dolaşan meşhur 95 nolu yola bağlanarak sırasıyla Connecticut ve Rhode Island eyaletlerinin birbirinden harika doğa manzaraları eşliğinde devam etti. Gezinin bu kısmının oldukça heyecan verici ve büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Özellikle yol boyunca irili ufaklı gölleriyle göz zevkimize hitap eden Connecticut'ın okyanus kenarında kurulu olan New Haven şehrinden geçerken şahit olduğumuz manzara karşısında hayranlığımızı gizleyemedik. Amerika'ya ilk gelen yerleşimciler bildiğiniz üzere ilk olarak Doğu kıyılarına geliyorlar. Dolayısıyla bu topraklar oldukça eski ve tarihi binalara ev sahipliği yapıyor. New Haven'da Amerika için oldukça eski sayılabilecek bir yerleşim yeri ( Kuruluş yılı 1638 ) Bu özellikleri avantaja dönüştürmeyi hedefleyen şehir yönetimi de hazırladığı online gezi sitesiyle de ziyaretçilerin merka ettikleri her türlü konuyu ( ulaşım, konaklama, gezilecek mekanlar ) bu sayfalarda sunmaya çalışmışlar. Ayrıntılı bilgi için
http://www.cityofnewhaven.com/Guide/index.asp
http://www.cityofnewhaven.com/Guide/index.asp
Gezimizin ikinci durağı en az Connecticut kadar doğa güzelliklerine sahip, küçük olmasına karşın adından sıkça söz ettirmeyi başarmış bir eyalet Rhode Island. Girintili çıkıntılı koylarıyla bana Ege sahillerini hatırlatan bu eyaletin en önemli yerleşim yeri Providence. Her ne kadar şehir merkezine girmemiş de olsak, yol boyunca sağlı sollu şehrin sokak ve caddelerini görme liman kenarından okyanus manzarasını temaşa etme imkanımız oldu. Yine şehrin kısa bir tanıtım videosunun yer aldığı tanıtım sayfalarını gezerek daha detaylı bilgi almanız mümkün.
http://www.pwcvb.com/Visitors/infoCenter.cfm
Yol boyunca seyirlik de olsa görme imkanımız olan bu güzel yerleşim yerlerinden sonra artık Boston'dan söz etme zamanı geldi. Boston hakkında bugüne kadar duyduklarım pek çoğumuzun bildiği Harvard ve MIT'nin bu şehirde olmasının ötesindeydi. Dünyaca ünlü pek çok akademisyenin durak yeri olan bu kentin alışılageldik Amerikan şehirlerinden farklı bir kimliği olduğu söyleniyordu. Tarihi dokusu, şehir içi ulaşım araçları, cadde ve sokaklarındaki canlılık ile daha ziyade bir Avrupa şehrine benzediği duyumlarını almıştım. Bunların yanında bir de Boston’ın kültürlü insanların şehri olduğu, yoğun bir öğrenci nüfusuna sahip olduğu bilgisine de ulaşmıştık. Velhasıl, gidip gördüğümüzde tüm bu sözü edilenlerin doğru olduğunu bilfiil müşahade ettik efendim.
Şehrin girişinde once bizleri tanıdık bir ulaşım aracı karşıladı: Tramway. Şehrin dış kısımlarında başlayıp bir kaç farklı hat üzerinde çalışan tramway bize hem tanıdık geldi hem de alışılmılışın dışında bir şey olduğu için bizlerde şaşkınlık yarattı. Şehrin diğer ulaşım araçları olan otobüs ve T olarak kısalatılan yer altı treni de toplu taşımacılıkta oldukça büyük bir yükün altına girmişler. Hemen her doğrultuda istediğiniz vasıtayı kullanarak oldukça pratik bir şekilde yolculuk yapmanız mümkün. Biz metroyu kullandığımızda tek yön gidiş bileti 2 dolar’dı. Ancak yer altı treni bizim metro’nun yanında biraz komik kalıyor. 1915 yılından bu yana kullanılan bu tren biraz küçük ve dar Alana sahip olmakla birlikte önümüzdeki yıllarda daha konforlu yolculuk için yeniden yapılandırılıyormuş.
Metro’dan indikten sonra kendimizi bir kütüphanede bulduk. Rehberimizin anlattığına göre Amerika’nın en eski kütüphanelerinden biriymiş Boston Halk Kütüphanesi . Bina içerisindeki heykelleri, geniş ve ferah okuma odaları, zemin kattaki sergi salonu ve havuzlu avlusuyla gerçekten Boston’ın ruhunu yansıtıyor. Her ne kadar bana yerleşim olarak Baltimore’daki Enoch Pratt Library’yi hatırlatsa da sanatsal yönüyle zannediyorum pek çok kütüphaneden ayırt edebilmek mümkün.
Kütüphane’nin hemen karşısında dikkatimizi çeken iki unsur oldu. Bunlardan biri kocaman kabartmaları ve ihtişamlı duruşuyla Trinity Kilisesi, diğeri de kilisenin hemen önündeki meydana bitişik fıskiyeli havuz. Kilisenin belli ki bir tarihi değeri vardı ki ziyaretçileri oldukça fazlaydı. Biz bu ve bir kaç kilise girişi ücretli olduğu için şehrin mezarlıklara yakın bölgesindeki (Park Street) başka bir kiliseyi gezmeyi tercih ettik. Gezdiğimiz kilisede odacıklar şeklinde ayrılmış kabinler dikkatimizi çekti ve bir süre bu konforlu koltuklarda oturarark geçmişe doğru bir yolculuk yaptık.
Park Street, şehrin merkezinde geniş bir araziye kurulu bir parka sahip. Park, dinlenmek ya da güneşin tadını çıkarmak isteyenlerle dopdolu. Öyle ki oturmak için boş bank bulamıyoruz ve çimlere yayılıyoruz. Tıpkı pek çok Boston’lının yaptığı gibi. Park’ın hemen yakınında bir de mezarlık bulunuyor ki neredeyse Amerika’ya gelen ilk yerleşimcilerin mezarlarını görmek mümkün (ölüm tarihi 1681 yazan bir mezar taşına rastlıyoruz. ) Mezarlıkta Amerikan tarihinde önemli yere sahip olan ve aynı zamanda bağımsızlık bildirisinde attığı imza ile meşhur olan John Hancock’un da anıtı bulunmakta.
Cıvıl cıvıl sokaklarda latin ezgileriyle etrafımızı kuşatan sokak müzisyenlerine rastlıyoruz.Boston’da bu kadar yeri dolaşmanız bir kaç saatinizi albileceği gibi yürümeye alışkın olmayan bedeninizde de yorgunluğa sebep olabilir. Bunun haricinde şehir merkezinde bir kaç Türk lokantası ve kafeteryası olduğu bilgisine sahip olmakla birlikte elimizde adres olmadığı için şehir merkezinden uzaklaşıyor ve yolculuğumuzun ikinci durağı olan Harvard Ünivesitesi kampüsüne ilerliyoruz. Şehir merkezinden bir köprü ile ayrılan bir başka kara parçasına geçiyoruz. Köprünün üzerinden denizde yüzen tekneleri, yelkenlileri ve sahil kenarında yürüyen insanlarıyla muhteşem Boston manzarasını seyrediyoruz. Bir süre sonra rehberimiz etrafımızda gördüğümüz binaların MIT (Massachusetts Institute of Technology) ‘ye ait olduğunu bizlere anımsatıyor. Ardından oldukça büyük bir kalabalığın olduğu sokaklardan geçiyoruz ve bu kez Harvard Üniversitesi’nde olduğumuzu öğreniyoruz. Harvard, beklediğimiz kadar bizleri etkilemiyor. Söylemeden geçilmeyecek bir iki not Dünyanin en fazla kıtabına sahip olduğu söylenen kütüphanesi ve her gelenin ayağına dokunmak için sıraya geçtiği kurucusunun heykeli.
Gezimiz burada sona ererken ben, Amerika’da farklı bir ülkeye gelmişim gibi bir hisle ayrılıyorum Boston’dan. Etrafta gördüğümüz hemen herkesin ya öğrenci, ya akademisyen ya da elinde kitap bir köşede sessizce ilim irfanla meşgul olduğunu gördüğümüz bu kentin bize bir kaç gömlek fazla olduğu kanatiyle şehirden ayrılıyoruz.