Fransa’ya dair gitmeden önce kafamızda
oluşan bir takım imgeler vardı. Fransız filmleri, Paris’te yaşamış yazar ve
şairlerin bohem hayatı, Fransızların kaba olduğuna dair önyargılar vs. vs.
Fransa gezimiz bize Fransa’nın Paris’ten ibaret olmadığını, ancak Paris’in de
Fransa üzerinde çok büyük bir önemi olduğunu gösterdi.
Fransa’ya karayoluyla girişimizde herhangi
bir pasaport kontrolünden geçmediğimiz için, Fransa’da olduğumuzu anlamamız
için Fransızca yol işaretlerini görmemiz gerekti. Otoyol sistemi gelişmiş
olmasına karşın, yol boyunca çok fazla yol bakım çalışması olması ve
Strasbourg-Paris güzergahında sürekli gişelere girip para ödemek durumunda
kalmamız biraz yolculuğu çekilmez hale getirdi. Bir de üzerine arıza yapan
aracımız ve çekiciyle gelen tek kelime İngilizce bilmeyen Fransız söfor de
eklenince işin tuzu biberi oldu.
Fransa netice itibariyle tarihi açıdan
önemli bir yere sahip olan bir ülke ve kendi kültürlerini, dillerini muhafaza
etmek ve yüzeltmek adına ellerinden geleni yapıyorlar. İnsanlar gerektiğinde
çat pat Ingilizce konuşuyor, çok da kaba değiller ama yine de Fransız olmak onlar
için sanki ayrı bir statü gibi. Fransa’da da tıpkı Türk Dil Kurumu gibi,
Fransızca’yı yabancı dillerin etkisinden korumaya çalışan, İngilizce
kelimelerin yerine Fransızca alternatiflerini koymaya çalışan bir kurum mevcut.
Strasbourg: Fransa’daki ilk durağımız olan Strasbourg, Almanya-Fransa sınırında yer alan 272,000
nüfuslu eski bir yerleşim yeri. Bir zamanlar Alman topraklarında yer alan
Strasbourg şehri, Birinci Dünya Savaşı sonrası Fransa topraklarına dahil
oluyor. Şehrin hemen her yerinde Alman mimarisinden örnekler bulmak mümkün.
Strasbourg’u dünya sahnesinde önemli yapan
iki unsur var. Bunlardan ilki, Avrupa Birliği ikinci başkenti olması. Avrupa
Birliği toplantıları zaman zaman bu şehirde yapılıyor. İkinci özelliği de
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu şehirde yer alması. Türk Dışişleri,
Avrupa Birliği toplantılarını yakından takip edebilmek amacıyla bu şehirde bir
temsilcilik açmış.
Strasbourg, genel havasıyla orta halli bir
Anadolu şehrini andırıyor. Tramwayları, nehri ve tekne turları ile Eskişehir’e
tıpatıp benziyor. Strasbourg aynı zamanda tarihi ve doğal güzellikleriyle de
dikkat çekiyor. Şehrin hemen ortasından geçen River III, kıyısındaki parkları
ve meydanlarıyla dikkat çekiyor. Şehrin bir diğer önemli simgesi de Katedral.
Katedralin üzerindeki astronomik saat ve
katedralin dış mimarisi, çok uzaklardan bile fark edilebiliyor. Alman
mimarisinin bir eseri olan Katedralin içi alabildiğine karanlık ve bir o kadar
da kasvetli. Katedralin bulunduğu meydan oldukça kalabalık ve dar sokaklarda
irili ufaklı hediyelik eşya dükkanları göze çarpıyor.
Paris: Paris üzerine sayfalar dolusu yazı yazılabilir
ancak biz Paris’i yalnızca bir gün gezebilme imkanına sahip olduğumuzdan kısa
ve sadece gözlemlere dayalı bir özet yapmak istiyorum. Paris’te şehir içi
trafiğin karışık olduğu tavsiyesine uyarak, banliyölerden birinde konaklayıp
Paris’in içine trenle gitme yönünde bir tercih kullandık. Argenteuil olarak da bilinen
banliyölerden birinden trene atlayıp Paris’in şehir merkezine doğru yola
koyulduk.
Şehir merkezine gidebilmek için bir kaç hat
değiştirmek durumunda kaldığımızdan yaklaşık 45 dakika süren tren ve metro
yolculuğunun ardından Eiffel Kulesinin olduğu meydana ulaşabildik. Bu bölgeye
Champ de Mars adını vermiş Fransızlar. Eiffel işte tüm ihtişamıyla karşımızda
duruyor. 1889 yılında inşa edilen kulenin ismi, kuleyi inşa eden firmanın
sahibi mühendis Gustave Eiffel’den geliyor. 1930 yılına kadar dünyanın en
yüksek yapıtı ünvanını koruyan kule, halen Paris’in en yüksek binası olma
özelliğini muhafaza ediyor. Eiffel Kulesi’ne çıkabilmek için bekleyen veya
kuleyi daha yakından görmeye çalışan binlerce insan, koskoca meydanda yoğun bir
kalabalık teşkil ediyordu.
Hemen yakınından geçen Seine nehri’nde
düzenlenen tekne turları da oldukça ilgi toplayan ve Paris’in önemli tarihi
binalarını nehirden izlemenizi sağlayan bir fırsat. Nehrin üzerinden geçen
onlarca köprü, nehrin her iki yanındaki yürüyüş yolları ve sırf nehir kenarında
oturup etrafı seyreden insanların görüntüsü görülmeye değerdi doğrusu. Eiffel
kulesinden ayrıldıktan sonra Notre Dame de Paris kilisesinin olduğu meydanda
turlayıp Paris caddelerine karıştık. Alışveriş çılgınlarının hınca hınç
doldurduğu hemen her dükkan aslında Paris’e gelenlerin bir kısmının sırf
alışveriş yapmaya geldiği düşüncesini bizlerde pekiştirdi. Vaktimiz sınırlı
olduğu için Paris gezisini bu şekilde noktaladık.
Paris’e dair akılda kalanlar, oldukça
kalabalık bir şehir olduğu, trenlerde metrolarda tıpkı İstanbul gibi insanların
altalta üstüste yolculuk yapmak durumunda kaldığıydı. Civar şehirleri kente
bağlayan otoyolların kalabalıklığı da trafiğin ne durumda olduğunu anlatmaya
yeter doğrusu. Belediye, şehir içi trafiği hafifletmek için bisiklet
kullanımını teşvik ediyor. Şehrin değişik noktalarında bisiklet kiralama
merkezleri bulunuyor. Belediye’nin aylık belli bir ücret karşılığı sağladığı bu
hizmet sayesinde bisikleti bir noktadan kiralayıp gideceğiniz başka bir noktaya
götürüp bırakmanız yeterli oluyor. Paris’in hemen dışında banliyölerde yaşayan
nüfusun büyük bir kısmı göçmenlerden oluşuyor. Geçtiğimiz yıllarda çıkan
yangınların olduğu yerler de buralar. Zaten sokağa çıktığınızda karşılaştığınız
insanların çoğu esmer tenli ya da siyah. Çoğunun Fransız ırkından olmadıkları
her hallerinden belli oluyor. Aynı zamanda müslüman nüfusun da bu şekilde
oldukça fazla olduğunu belirtmekte fayda var.