Hometown Baghdad is an online web series about life in Baghdad. It tells the stories of three young Iraqis struggling to survive during the war. The series premiered on March 19th 2007 and the final episode went live on June 17. All episodes are viewable here.
28 Temmuz 2008 Pazartesi
27 Temmuz 2008 Pazar
Batılılaşma ve Modernleşme
Modernleşme, Batılılaşma anlamına gelmek zorunda değil. Batılı olmayan toplumlar modernleşebilir ve çok sayıda Batılı olmayan ülke bütün Batı değerlerini, kurumlarını ve uygulamalrını benimsemeden ve kendi kültürlerini terk etmeden de modernleşebilmiştir.
------
Japonya'nın yanında Singapur, Tayvan, Suudi Arabistan ve daha az ölçüde olmak üzere İran, Batılı olmadan modern toplumlar olmuşlardır.
Medeniyetler Çatışması, Samuel Huntington, Okuyanus Yayınları, sayfa 104-105.
26 Temmuz 2008 Cumartesi
Üç Etiyopyalı Bir Meksikalı Bir de Ben
Günlerden Cuma, Baltimore yollarındayım. Yanımda henüz bir aydır Amerika’da olan Work and Travel’cı bir genç. Kendisine travel kısmında mihmandarlık yapıyorum. Bak diyorum, burası Baltimore. Baltimore’un girişindeki o devasa, yerden yüzlerce metre yukarıdaki otoyolları gösteriyorum ve bir anda Amerika'ya ilk geldiğim zamanlara doğru bir yolculuğa çıkıyorum.
Baltimore’un en siyah caddelerinden geçerken, bir zamanlar bu sokaklarda arabanın kapılarını sımsıkı kilitleyip Yusuf yusuf modunda nasıl kaçtığımı anlattım. Kader bu ya, yine o sokaklardan birinde bir ranza deposunu arıyoruz. Yıkık dökük, önünde sadece entrance yazan bir binadan içeri ürkek adımlarla giriyoruz.
İçeride İngilizce bilmeyen bir adam bizi karşılıyor. İşaret diliyle anlaştıktan sonra siparişi kamyonete yükletiyoruz. Bu esnada kara kuru bir genç bize 'Siz Türk müsünüz?' diye soruyor. Henüz Amerika’ya geleli üç yıl olmasına rağmen akıcı İngilizcesi dikkatimizi çekiyor. University of Baltimore’da Business okuduğunu söylüyor. Niyetinin Amerika’da kalmak ve ailesini de buraya getirmek olduğunu söylüyor. Yani, Afrika’da yırtan az sayıda insandan biri de ben olayım istiyor.
Ardından gelirken niye baklava getirmediniz diye takılıyor ve biz muhabbete başlıyoruz. Etiyopya’nın Habeşistan olduğunu, Deniz Feneri’nin vakti zamanında oraya yardımlar gönderdiğini konuşuyoruz. Sürekli yardımlar geliyor diyor genç adam, farklı farklı ülkelerden. Hatta, devlete maddi yardımlar bile yapıldığını ancak bu paraları hep devlet büyüklerinin iç ettiğini anlatıyor.
Halkın fakirliğinden konuşuyoruz, Afrika’nın değişmeyen kaderinden söz ediyoruz. Genç adam, suçun insanlarda olduğunu, hiç bir şey yapmadıklarını söylese de ben yine de Afrika’yı vakti zamanında sömüren ve insanları uyuşturucu maddelerle düşüncesiz hale getiren Batı toplumuna kesiyorum faturayı.
Hristiyan olduğunu söyleyince şaşırıyorum. Sonradan öğrendiğime göre zaten halkın yarısı müslüman diğer yarısı da hristiyanmış. Ülkenin içinde bulunduğu durumları soruyorum. Savaşların devam ettiğini, kabileler arası anlaşmazlıkların sürdüğünü, Somali ile sınır problemleri yaşadıklarını da ilave ediyor.
Afrika’nın kaderinin nasıl değişebileceğini soruyorum. Bana: ‘Eğitim’ diyor. Türkiye’den Afrika’nın en ücra köşelerine giden eğitim gönüllülerini soruyorum. Genç adam hatırlamıyor, ama yanındaki arkadaşı bir Türk ilkokulu olduğunu söylüyor. Sonra, İngilizlerin bölgede oynadığı oyunları, Afrika’nın Avrupa’ya kaçırılan maden yataklarını, zengin kaynaklarını hatırlıyor, hatırladıkça bu işin yine ancak eğitimle çözülebileceği konusunda hemfikir oluyoruz.
Sohbetimiz zaman zaman İstanbul ve Türk insanı üzerinde şekillense de genel olarak ben soruyorum O anlatıyor. Hayatımda ilk defa Etiyopya’lı birileriyle tanışan ben Afrika insanıyla bile Amerikalılardan daha fazla ortak paydamız ve dünyaya dair daha benzer kaygılarımız olduğunu görüyorum. Konuşmamız süresince Meksikalı genç işçi de arada Kepasa diyerek söze karışsa da bir şey anlamadığını fark ediyoruz. Bunu da sırf yazının başlığında neden Meksikalı yazdın demeyin diye anlatıyorum.
Baltimore’un en siyah caddelerinden geçerken, bir zamanlar bu sokaklarda arabanın kapılarını sımsıkı kilitleyip Yusuf yusuf modunda nasıl kaçtığımı anlattım. Kader bu ya, yine o sokaklardan birinde bir ranza deposunu arıyoruz. Yıkık dökük, önünde sadece entrance yazan bir binadan içeri ürkek adımlarla giriyoruz.
İçeride İngilizce bilmeyen bir adam bizi karşılıyor. İşaret diliyle anlaştıktan sonra siparişi kamyonete yükletiyoruz. Bu esnada kara kuru bir genç bize 'Siz Türk müsünüz?' diye soruyor. Henüz Amerika’ya geleli üç yıl olmasına rağmen akıcı İngilizcesi dikkatimizi çekiyor. University of Baltimore’da Business okuduğunu söylüyor. Niyetinin Amerika’da kalmak ve ailesini de buraya getirmek olduğunu söylüyor. Yani, Afrika’da yırtan az sayıda insandan biri de ben olayım istiyor.
Ardından gelirken niye baklava getirmediniz diye takılıyor ve biz muhabbete başlıyoruz. Etiyopya’nın Habeşistan olduğunu, Deniz Feneri’nin vakti zamanında oraya yardımlar gönderdiğini konuşuyoruz. Sürekli yardımlar geliyor diyor genç adam, farklı farklı ülkelerden. Hatta, devlete maddi yardımlar bile yapıldığını ancak bu paraları hep devlet büyüklerinin iç ettiğini anlatıyor.
Halkın fakirliğinden konuşuyoruz, Afrika’nın değişmeyen kaderinden söz ediyoruz. Genç adam, suçun insanlarda olduğunu, hiç bir şey yapmadıklarını söylese de ben yine de Afrika’yı vakti zamanında sömüren ve insanları uyuşturucu maddelerle düşüncesiz hale getiren Batı toplumuna kesiyorum faturayı.
Hristiyan olduğunu söyleyince şaşırıyorum. Sonradan öğrendiğime göre zaten halkın yarısı müslüman diğer yarısı da hristiyanmış. Ülkenin içinde bulunduğu durumları soruyorum. Savaşların devam ettiğini, kabileler arası anlaşmazlıkların sürdüğünü, Somali ile sınır problemleri yaşadıklarını da ilave ediyor.
Afrika’nın kaderinin nasıl değişebileceğini soruyorum. Bana: ‘Eğitim’ diyor. Türkiye’den Afrika’nın en ücra köşelerine giden eğitim gönüllülerini soruyorum. Genç adam hatırlamıyor, ama yanındaki arkadaşı bir Türk ilkokulu olduğunu söylüyor. Sonra, İngilizlerin bölgede oynadığı oyunları, Afrika’nın Avrupa’ya kaçırılan maden yataklarını, zengin kaynaklarını hatırlıyor, hatırladıkça bu işin yine ancak eğitimle çözülebileceği konusunda hemfikir oluyoruz.
Sohbetimiz zaman zaman İstanbul ve Türk insanı üzerinde şekillense de genel olarak ben soruyorum O anlatıyor. Hayatımda ilk defa Etiyopya’lı birileriyle tanışan ben Afrika insanıyla bile Amerikalılardan daha fazla ortak paydamız ve dünyaya dair daha benzer kaygılarımız olduğunu görüyorum. Konuşmamız süresince Meksikalı genç işçi de arada Kepasa diyerek söze karışsa da bir şey anlamadığını fark ediyoruz. Bunu da sırf yazının başlığında neden Meksikalı yazdın demeyin diye anlatıyorum.
23 Temmuz 2008 Çarşamba
19 Temmuz 2008 Cumartesi
What is Global Citizenship?
Oxfam Education defines Global Citizen as someone who:
- is aware of the wider world and has a sense of their own role as a world citizen;
- respects and values diversity;
- has an understanding of how the world works economically, politically, socially, culturally, technologically and environmentally;
- is outraged by social injustice;
- participates in and contributes to the community at a range of levels from local to global;
- is willing to act to make the world a more sustainable place;
- takes responsibility for their actions.
17 Temmuz 2008 Perşembe
Flört çocuk yaşlara indi
Flört çocuk yaşlara indi, genç kızlar şiddet mağduru... (Zaman Amerika'nın haberi). http://www.zamanus.com/us/detaylar.do?load=detay&link=28835
6 Temmuz 2008 Pazar
Me And The Old Guy
This is a conversation between me and the old guy lives next door.
-Hello
-Hello.
- Hi, I live next to you, and I just wanted to stop by and say Hi to you.
- (No reaction from the old guy)
- You may want to know who we are, what we do and so on. I decided to introduce myself and know more about you.
- I don’t care who lives next to me.
( An awkward silence for a minute, I was kind of shocked with this answer, and was about to leave. Then, he starts talking about who lived in our house, in the other houses and said ‘welcome to the neighborhood’ that made me comfortable. Our conversation continues. )
- We have been living here since 1968. Roads were not even paved.
- Really. How about your children?
- We have raised four children here. They all live in New Jersey.
- How old are you?
- I am 82 years old, I got retired when I was 66. I was a judge at the New Jersey Supreme Court.
- Really. My grandpa was 82 when he passes away. (I know this was something mean to say.)
- I guess you are still driving?
- Yes, I am.
- I think you guys always do exercise, and sports. That’s why you are still energetic.
- That might be true.
- My grandpa was a farmer, he worked really hard.
-I see.
(Conversation lasted almost ten minutes. I helped him while he was trying to water the flowers. Then, I asked to leave and he told me that: ‘In any emergency, come an knock on my door. )
This was a good experience for me, I just wanted to share that with you.
-Hello
-Hello.
- Hi, I live next to you, and I just wanted to stop by and say Hi to you.
- (No reaction from the old guy)
- You may want to know who we are, what we do and so on. I decided to introduce myself and know more about you.
- I don’t care who lives next to me.
( An awkward silence for a minute, I was kind of shocked with this answer, and was about to leave. Then, he starts talking about who lived in our house, in the other houses and said ‘welcome to the neighborhood’ that made me comfortable. Our conversation continues. )
- We have been living here since 1968. Roads were not even paved.
- Really. How about your children?
- We have raised four children here. They all live in New Jersey.
- How old are you?
- I am 82 years old, I got retired when I was 66. I was a judge at the New Jersey Supreme Court.
- Really. My grandpa was 82 when he passes away. (I know this was something mean to say.)
- I guess you are still driving?
- Yes, I am.
- I think you guys always do exercise, and sports. That’s why you are still energetic.
- That might be true.
- My grandpa was a farmer, he worked really hard.
-I see.
(Conversation lasted almost ten minutes. I helped him while he was trying to water the flowers. Then, I asked to leave and he told me that: ‘In any emergency, come an knock on my door. )
This was a good experience for me, I just wanted to share that with you.
VA Beach Norfolk, Yeniden...
Üç günlük Virginia Beach macerasından sonra kazasız belasız eve dönebilmiş bulunmaktayım. Üç günde toplam 24 saat direksiyon sallamış biri için hayatta kalabilmiş olmak herhalde şükredilesi bir durum olsa gerek.
Birinci gün: Güya sabah erkenden kalkacak, öğleye doğru Norfolk’a varacak ve böylece Cuma gününden gezmeye dolaşmaya başlayacaktık. Hoş, ziyaretin amacı gezip tozmaktan ziyade eski dostlarla bir araya gelmek olduğu için bu ayrıntıyı atlıyorum. Norfolk’a vardığımda saat akşam beş sularıydı ve akşam yemeğini şehrin en kıyak pizzacısında hallettiken sonra tuttuk Virginia Beach’in yolunu. Independence Day olduğundan sahil şeridine yaklaşık 1 kilometre ötede park edebilecek yer bulabildik ve tabana kuvvet diyerek tuttuk Ocean Front yollarını. Bu kez çok fazla insan ve rahatsız edici bir kalabalık karşıladı bizi. Çok fazla kalmanın bir anlamı yoktu, biz de işlerimizi halledip evin yolunu tuttuk.
İkinci gün: Sevgili Cihad, Amerika’ya adım atalı daha üç gün olmasına aldırış etmeden araba almaya kalktığı için kabak yine bizim başımıza patladı. Taa Washington D.C.’ye 4 saat git 4 saat gel toplam 8 saatlik bir yolculuk yaptık, yeşil renk Honda Civic’le başkasından bulduğumuz çakma bir plaka ile Norfolk’a geri dündük. Tabi eve vardığımızda akşam saat 6’ydı ve ben yorgunluktan direk kendimi yatağa atmışım. Gece kalktık, sabahın dördüne kadar oturduk ve ziyaretin asıl amacı hedefine ulaşmış oldu.
Üçüncü gün: Güya bu sabah erkenden kalkıp yüzmeye gidecektik. Yüzyılın yalanı. Yataktan doğrulduğumda saat 11’i çoktan geçmişti. Neyse ki Erdinç’in kendi elleriyle yaptığı sigara börekleri bunu telafi etti ve o kadar çok yemişim ki öğlen öğününü atlayabilmişim. Asıl macera bundan sonra başlıyor. Bizim eski dostlara saat 1.30 gibi veda ettim. Tuttum New Jersey yollarını. Hava güzel, Chasepeake Bay Bridge üzerinde okyanus manzaralı seyahat bir harika, hele de tüm bunlara Eagles’ın Hotel California isimli şarkısı eşlik ediyorsa değmeyin keyfime diyecektim ki: Tekerlek patladı. Biraz uğraştım, kendim yapabilir miyim diye, somunları bile sökemedim. Belki polis gelir diye bekliyorum, tık yok. Gözünü sevdiğimin New jersey Emergency Service arabaları, ne gelen var ne giden. Ben de patlak lastikle en yakın tamirciyi bulayım derken bir polis arabasına rastladım. Memur beye derdimi anlatınca, sağa çek hallederiz dedi. Arabadan alet edevatları aldı geldi, bir güzel tekerleği söktü. Stepneyi taktık. Ardından da, böyle bir günde hiç bir yer açık değildir, en yakın lastikçi brdan 20 mile ötedeki Walmart diye de yardımcı oldu. Ben kendi kendime bir lastik değiştirme kimbilir kaç paradır diye düşünürken bir yandan da stepneyle New Jersey’e kadar gitmenin planlarını yapıyordum. Saatte 40-50 mile hızla bunun mümkün olmayacağını idrak edince Walmart’ın yolunu tuttum. Allah’tan yeni lastik parası (40 dolar) dışında başka hiç bir ücret talep etmediler ve ben kalan yolumu dönüş trafiğinin de etkisiyle toplam 3 saat gecikmeyle tamamlayabildim. Yine de şükür dedim çünkü onca saat araba kullandıktan sonra sağsalim eve varabilmiştim.
Çıkarılacak dersler:1. Uzun yola gidiyorsanız mutlaka araba kiralayın, lamı cimi yok. Eski arabaya güven olmuyor.
2. Yanınıza mutlaka yeterli para alın, yoksa benim gibi lastik değiştirmeden önce banka hesabımda yeterli para var mı diye kıvranır durursunuz. Ah bir de çekici falan gelseydi o zaman hapı yutmuştuk.
3. Abicim illa arabayla gitmek şart mı ya, otobüse bin, uçağa atla ne bileyim. Gerçi bu dediklerim çok da geçerliliği olan şeyler değil şu Amerika’da ama yine de 24 saat araba kullanmak kadar iğrenç bir şey yok.
4. Yanına mutlaka bir fotoğraf makinesi al. Yok, bu sefer gezdiğimiz yerleri değil, üç arkadaş şöyle beraber bir resmimiz yok. Sorsalar kanıt gösteremiycez. Arda kalan yorgunluk da cabası.
Birinci gün: Güya sabah erkenden kalkacak, öğleye doğru Norfolk’a varacak ve böylece Cuma gününden gezmeye dolaşmaya başlayacaktık. Hoş, ziyaretin amacı gezip tozmaktan ziyade eski dostlarla bir araya gelmek olduğu için bu ayrıntıyı atlıyorum. Norfolk’a vardığımda saat akşam beş sularıydı ve akşam yemeğini şehrin en kıyak pizzacısında hallettiken sonra tuttuk Virginia Beach’in yolunu. Independence Day olduğundan sahil şeridine yaklaşık 1 kilometre ötede park edebilecek yer bulabildik ve tabana kuvvet diyerek tuttuk Ocean Front yollarını. Bu kez çok fazla insan ve rahatsız edici bir kalabalık karşıladı bizi. Çok fazla kalmanın bir anlamı yoktu, biz de işlerimizi halledip evin yolunu tuttuk.
İkinci gün: Sevgili Cihad, Amerika’ya adım atalı daha üç gün olmasına aldırış etmeden araba almaya kalktığı için kabak yine bizim başımıza patladı. Taa Washington D.C.’ye 4 saat git 4 saat gel toplam 8 saatlik bir yolculuk yaptık, yeşil renk Honda Civic’le başkasından bulduğumuz çakma bir plaka ile Norfolk’a geri dündük. Tabi eve vardığımızda akşam saat 6’ydı ve ben yorgunluktan direk kendimi yatağa atmışım. Gece kalktık, sabahın dördüne kadar oturduk ve ziyaretin asıl amacı hedefine ulaşmış oldu.
Üçüncü gün: Güya bu sabah erkenden kalkıp yüzmeye gidecektik. Yüzyılın yalanı. Yataktan doğrulduğumda saat 11’i çoktan geçmişti. Neyse ki Erdinç’in kendi elleriyle yaptığı sigara börekleri bunu telafi etti ve o kadar çok yemişim ki öğlen öğününü atlayabilmişim. Asıl macera bundan sonra başlıyor. Bizim eski dostlara saat 1.30 gibi veda ettim. Tuttum New Jersey yollarını. Hava güzel, Chasepeake Bay Bridge üzerinde okyanus manzaralı seyahat bir harika, hele de tüm bunlara Eagles’ın Hotel California isimli şarkısı eşlik ediyorsa değmeyin keyfime diyecektim ki: Tekerlek patladı. Biraz uğraştım, kendim yapabilir miyim diye, somunları bile sökemedim. Belki polis gelir diye bekliyorum, tık yok. Gözünü sevdiğimin New jersey Emergency Service arabaları, ne gelen var ne giden. Ben de patlak lastikle en yakın tamirciyi bulayım derken bir polis arabasına rastladım. Memur beye derdimi anlatınca, sağa çek hallederiz dedi. Arabadan alet edevatları aldı geldi, bir güzel tekerleği söktü. Stepneyi taktık. Ardından da, böyle bir günde hiç bir yer açık değildir, en yakın lastikçi brdan 20 mile ötedeki Walmart diye de yardımcı oldu. Ben kendi kendime bir lastik değiştirme kimbilir kaç paradır diye düşünürken bir yandan da stepneyle New Jersey’e kadar gitmenin planlarını yapıyordum. Saatte 40-50 mile hızla bunun mümkün olmayacağını idrak edince Walmart’ın yolunu tuttum. Allah’tan yeni lastik parası (40 dolar) dışında başka hiç bir ücret talep etmediler ve ben kalan yolumu dönüş trafiğinin de etkisiyle toplam 3 saat gecikmeyle tamamlayabildim. Yine de şükür dedim çünkü onca saat araba kullandıktan sonra sağsalim eve varabilmiştim.
Çıkarılacak dersler:1. Uzun yola gidiyorsanız mutlaka araba kiralayın, lamı cimi yok. Eski arabaya güven olmuyor.
2. Yanınıza mutlaka yeterli para alın, yoksa benim gibi lastik değiştirmeden önce banka hesabımda yeterli para var mı diye kıvranır durursunuz. Ah bir de çekici falan gelseydi o zaman hapı yutmuştuk.
3. Abicim illa arabayla gitmek şart mı ya, otobüse bin, uçağa atla ne bileyim. Gerçi bu dediklerim çok da geçerliliği olan şeyler değil şu Amerika’da ama yine de 24 saat araba kullanmak kadar iğrenç bir şey yok.
4. Yanına mutlaka bir fotoğraf makinesi al. Yok, bu sefer gezdiğimiz yerleri değil, üç arkadaş şöyle beraber bir resmimiz yok. Sorsalar kanıt gösteremiycez. Arda kalan yorgunluk da cabası.
1 Temmuz 2008 Salı
Abortion değil Adoption
Az evvel bir araba tamponunda gördüğüm bir yazı, Amerika'nın en güncel meselelerinden biriyle alakalı. Kürtaj anlamına gelen abortion kelimesindeki b ve r harflerinin üzeri çizilerek adoption yani 'evlat edinme' olarak değiştirilmiş. Kürtaj karşıtları, manevi değer savunucuları, eşcinsellik karşıtları nedense hep Cumhuriyetçiler oluyor bu ülkede. Irak Savaşı'nı savunanlar da yine aynı grup. Hani şu Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında bir grup niye yok, neden herşey siyah ve beyaz olarak ayrılmış bu ülkede bir türlü anlayamıyorum?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)