19 Şubat 2008 Salı

Gez Dünyayı Gör Florida’yı

Elbette dünyayı gezmeden böyle bir söz söylemem size oldukça iddalı gelebilir. Ancak, Florida’da yaşayan yüzlerce farklı milletten insan da benimle aynı görüşü paylaşıyor olmalılar ki, dört mevsim güneşin eksik olmadığı bu tatil beldesini kendilerine mekan olarak seçmişler.
Florida eyaleti ve Miami şehrine dair bildiklerim yine televizyonlardan edindiğim bilgilere dayanıyordu. Bir de Will Smith’in bir dönem dilimize dolanan şarkısı ‘Welcome to Miami’ aklıma geliyordu. Tüm bu imgeler zihnimde nasıl oluyorsa palmiye ağaçlarına dönüşüyordu ki hiç de yanılmıyor olduğumu sonradan görecektim.
Florida’ya gidişimiz ansızın oldu, hayatın pek çok kararı son anda veren biz gibiler için bu çok da şaşırtıcı değildi aslında. Pazar günü Ft. Lauderdale şehrinde düzenlenecek olan Türk festivaline katılma bahanesiyle kış ortasında yazın tadını çıkarma amacı güden gezimiz Cuma akşam Philadelphia’dan kalkan uçakla başladı.
Uçak biletlerini bir hafta öncesinden alma girişimlerimiz esnasında, Ft. Lauderdale’e uçak bulamamış olmamız bile bizi gitme düşünesinden alıkoyamadı. Üç günlük tatili fırsat bilen Amerikalılar çoktan rzervasyonlarını yapmışlardı. Bu durumda bizde gidiş uçağı Orlando’ya dönüşü de Ft. Lauderdale’den olacak şekilde bir ayarlama yaptık. Orlando’ya gece 12 gibi indikten sonra bir otelde kalacak, ertesi sabah kiraladığımız bir araba ile Miami taraflarına doğru yol alacaktık. Hesaplarımıza göre arabayla 3 saatlik bir yolculuktu bizi bekleyen.
Bir Southwest hikayesi
Uçak biletlerini Southwest’ten aldık, yeri gelmişken bu firma alakalı biraz dedikodu yapalım. Geçtiğimiz yaz, mini etek giyen bir genç bayanı kıyafeti ‘uygunsuz’ olduğu için uçaktan indiren havayollarının ta kendisiydi bu. Genellikle muhafazakar ailelerin kendilerini tercih ettiğini söyleyen hava yolları bu uygulama yüzünde bir hayli gündemde kalmıştı. Bunun üzerine, uçaktan atılan genç ve alımlı bayan kanal kanal dolaşmış ve eteğinin boyunu göstererek ne kadar ‘masum’ olduğunu ispatlamaya çalışmıştı. Hatta, aynı bayan hazır fırsatı yakalamışken bir de meşhur bir erkek dergisine gayr-i ahlaki pozlar vererek milyonlarca doları da cepe atmayı ihmal etmemişti. İşin daha ilginç yanı, Southwest havayolları 70li yıllarda mini etek giyen hostes uygulamasını ilk başlatan şirketti ve internette yazan yorumlara göre bu konuyu sorun haline getirecek son şirket olmalıydı. Neden derseniz, Youtube’da bir aram yapmanız ve o yıllarda bu havayollarının hosteslerinin etek boyuna bakmanız yeterli olacaktır. Fazla sözü uzatmadan, böyle bir şirketle yolculuk yapmak da benim için ayrı bir anekdot oldu diyebiliim.
Uçak yolculuğu
Amerika’ya geleli neredeyse iki yol olmuştu ve ben uzunca bir aradan sonra tekrar uçağa binecektim. İç hat seferlerinde küçük uçakların kullanıldığı bilgisinden fazla tecrübem de yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla, bu yolculuk da benim için ayrı bir ilk sayılırdı. Uçağın kalkmasına bir saat kala perona geldiğimizde önce check-in yapıldığını gördük. Bu işlemi internetten yaptığımız için doğruca bilet kontrol bölümüne ilerledik. Bu esnada, ayakkabılarımızı kemerlerimizi ve tüm elektronik cihazları da çıkararak x-ray’den geçtik. Biletlerimizde koltuk numarası yazmasına karşın, hostesin ‘ güzel bir bayan bulup yanına oturun’ sözünden anladığımız kadarıyla istediğimiz yere oturabileceğimiz sonucuna vardık. Uçağa binen son yolcular biz olduğumuz için de en arkalardan yer bulabildik.
Gece vakti olduğundan mıdır, yoksa uçak dar olduğundan mı ben pek bir sıkıldım uçağın içinde. Ardından yolculuğumuz başladı ve gece 11.30 civarı Orlando’ya indik.
Araba kiralama maceramız
Ardından ilk iş araba kiralamak oldu. Ancak bu göründüğü kadar kolay olmayacaktı. Çünkü, rezervasyonumuz yoktu ve kiralama şirketlerinde araba kalmamıştı. Uzun kuyrukların bulunduğu firmalar ise günlük 150 dolar gibi astronomik rakamlardan söz ediyorlardı. Bizde bu fiyatlar havaalanında böyle dışarda bir yerde bu fiyattan çok daha aşağıya kiralarız diye başka bir firmanın servis aracına binip şehre doğru yol aldık. Heyhat, bu firma bize diğerlerinden daha yüksek rakam söylemesin mi? Meğer, bu hafta sonu Daytona’da araba yarışları varmış ve her yer dolu olduğu için fiyatlar bu kadar yüksekmiş. Başa gelen çekilir hesabı biz de paşa paşa yüksek fiyattan da olsa arabamızı kiraladık.
Bu esnada diyalog kurduğumuz zenci çalışan da bizi gece yarısı hayli güldürdü. Eleman araba kiralamanın yanında bize gişelerden sınırsız geçiş ve navigation (otoyolda yol bulma sistemi) kiralamaya çalıştı. Maliyetleri olabildiğince minimuma indirmeye çalışan bizler de Florida’da hiç bir sokağı bilmememize rağmen bu tekliflerini geri çevirdik. Zenci eleman, bak kaybolursanız karışmam, florida’dan girer california’dan çıkarsanız dediyse de bizleri ikna edemedi. Hatta, kaybolursak seni arar yolu tarif et deriz diye de kafa bulduk elemanla. En komiği de elemanın bizim herhangi bir planımız olmadığını öğrendiğinde oldu. ‘Nasıl yani, ben Florida’ya gidiyorum deyip uçağa atladınız öyle mi?’ türünden sorularla şaşkınlığını gizlemeyen bu komik arkadaş içimizden birinin ‘Sen niye araba yarışlarına gitmiyorsun’ sorusuna da ‘150 dolar, çok istiyorsan sen git’ diye cevap verdi.
Orlando-Miami yolculuğu
Gecenin ilerleyen saatlerinde otel kiralamaktan vazgeçip basalım miami’ye gidelim görüşünde birleşince geceyi yollarda geçirdik. Araba sürmüyor olmama karşın arka koltukta kıvrana kıvrana sabahı zor etim. Hatta bir ara, girdiğimiz bir 7 Eleven mağazasına giren çıkan müşterilerin hispanik, zenci ve gangster tipli olmalarından tırstık ve hemen oradan uzaklaştık.
Miami ve civarı
Yolda dura dura geldiğimizden olsa gerek, Fort Laudardale şehrine vardığımızda saat sabahın yedisiydi. Sabahın seherinde ne bir esinti de de bir soğukluk vardı. Hava yumuşacıktı ve insanın içine huzur veren palmiye ağaçları da bu hislerimizi perçinliyordu. Kahvaltıydı, yön bulmaydı derken saat 11’e kadar sağda solda dolandık durduk. Ardından, sırasıyla Miami downtown ve Key Bescane yerleşim yelerini dolaştık. Evlerin kusursuz mimarisinden, doğal güzelliklerden konuştuk durduk. Sibel Can’ın da buralarda bir yerlerde yaşıyor olduğunu biliyor olmamıza etrafa şaşkın gözlerle bakan bizlere ayrı bir eğlence konusu oldu. Milyon dolarla ifade edilen, sokak yerine su kanalları ekseninde kurulan ve her evin önünde bir yat demir atmiş bulunan bu mahallelerden geçerken hep ‘insanoğlunun dünya nimetleri adına ulaşabileceği son nokta herhalde bu olsa gerek’ diye de düşünmeden edemedik.
Evet, Miami bugüne kadar Amerika’da gördüğüm en güzel şehir diyebilirim. Mavi ve yeşilin mükemmel uyumunun yanı sıra, etrafın düzenli ve tertemiz oluşu, havanın kış ortasında bile 25 derece civarında dolaşması, Avrupai şehir anlayışına uygun olarak toplu taşımacılığın gelişmiş olması, insanların kuzey eyaletlerin aksine eve hiç girmeyişi vb. gibi bir çok neden sıralayabilirim. Ama sanırım bunların içinde en çok insanın hoşuna gideni Miami’nin dünyanın dört bir yanından gelen bin bir türlü insana bir şeyler verebiliyor olması. Bir hususu da atlamadan geçmeyelim: Bu bölgelerde resmi dil İspanyolca desek yerinde olur sanırım. Zira neredeyse bütün işyerlerinde çalışan insanlar hispanikti. Hatta, Subway'de masada oturmuş yemek yiyen 3 postacının kendş aralarında ispanyola konuştuklarını duyduğumda 'bu kadar da olmaz' demiştim.
Türk Festivali
Bizim de payımıza düşen, senede bir defa düzenlenen Türk festivaline katılmak oldu. Bu yıl ikincisi düzenlenen festival, 3000 civarında katılımcısıyla oldukça renkli ve görkemli idi. Katılımcıların yüzde 95’inin yabancı olduğunu söylesem sanırım abartmış olmam. Festival zaten yerel yönetimin de desteğini aldığı için şehirde yaşayan halk tarafından oldukça sıcak karşılanmış. Festival alanına yaklaştıkça sizi yönlendiren tabelalarda hep Food (yemek) vurgusu yapılıyor. Bunun nedeni, Ameikalıların damak zevklerine düşkün olmaları ve farklı lezzetleri deneme istekleri. Yemeğin cazibesine kendini kaptıran ziyaretçiler, bir yandan da etrafta kurulu standları dolaşıyorlardı. Neler yoktu ki bu standlarda: Ebru gösterisi, Türk yemekleri dersi, Türkçe kursundan görüntüler, Türkiye fotoğrafları, hat sanatından canlı örnekler, Florida Türk radyosu, şark köşesi ve daha niceleri. Tüm bunlar Türkiyemizin tanıtımı adına değeri milyonlarca dolarla ölçülemiyecek kadar önemli ve getirisi fazla olan adımlardı benim nazarımda. Bir de, festivalin asıl gerçekleştiği sahne vardı ki burada da coşku yine had safhadaydı. Kafkas halk dansları ekibi ve sanatçı Muazzez Ersoy izleyenlere keyifli dakikalar yaşattılar.
Geri dönüş
Festivalin bitmesinin ardından biz de otele doğru yolumuza koyulmuştuk. Ertesi gün erken saatte uçağımız olduğu için erkenden yattık. Her ne kadar uçak 1 saat rötar yapsa da 2.5 saat gibi makul bir zamanda adeta Amerika’nın bir ucundan diğer bir ucuna dönmüş olduk. Bu arada bir de hatırlatma, uçakta yükseklik farkından kaynaklanan baş ağrısını önlemenin yolu sakız çiğnemekmiş, bunu da tecrübe ile ispatlamış olduk.
3 gün süren yolculuğumuzdan geriye, kışın ortasında yaşanan yaz keyfi, otelin açık hava havuzunda ısıtma sistemi olmadan serinleyişimiz, jakuzide Türk hamamlarını hasretle yad edişimiz, vücüdumuzda oluşan güneş yanıkları ve belki de aylarca hafızamızdan çıkmayacak nehir turumuz kalmıştı...

10 Şubat 2008 Pazar

Shape of the Moon

2004 Hollanda yapımı. Orijinal adı Stand van de maan. Yoğun bir müslüman nüfusun bulunduğu Endonezya’da yaşayan Hristiyan bir ailenin günlük hayatını ekranlara yansıtan bir belgesel’den söz etmek istiyorum bu defa. Filmi benim için ilginç kılan hiç şüphesiz dinin günlük hayatta her yönüyle hissedildiği bir toplumda azınlık olmanın ne anlama geldiğini öğrenmek düşüncesi oldu.

Film, Jakarta’da Amerikan karşıtı yürüyüş yapan bir grubun yine Bush karşıtı sloganlarıyla açılıyor. Ardından, camilerde kılınan namazlara ve Irak için dua edilirken göz yaşlarına hakim olamayan yaşlı bir amcaya yöneliyor objektifler. Dünyanın en kalabalık müslüman ülkesi Endonezya’da dinin günlük hayatta ne denli hakimiyet kurduğu ya da önem taşıdığını anlayabilmemiz için de sık sık dini motifler giriyor araya. Örneğin, cami adına para toplayan bir genç, gece yarısı ilahiler okuyarak yürüyen bir topluluk, tren istasyonunda toplu halde namaz kılan insanlar, dini nikah dışındaki nikahın resmi bir nikah olmayacağını anlatan bir cami imamı. Bunlara ilaveten, mahalle yangınında evsiz kalanlar yemek dağıtılması duyurusunun yine camilerden yapılması, nikahın camide kıyılması ve hoparlörle çevreye ilan edilmesi de sosyal hayatın ne kadar içiçe yaşandığını göstermesi açısından kayda değer.

Zihnimizde bu resim iyice belirginleştikten sonra, hristiyan ailenin evine misafir oluyoruz bu kez. Duvarda yer alan bir haç ve İsa-Meryem tablosu belki de bu ailenin müslüman olmadığına dair tek emare. Bunun dışında, ayakkabısız girilen ev, büyüklerin ellerini öpen küçükler gibi kültürel değerlerin içiçe geçtiğine tanıklık ediyoruz.

Film (ya da belgesel) ailenin büyük oğlunun müslüman bir kızla evlenebilmesi için müslüman olması, ardından gerçekleşen düğün töreni ve akıp giden hayattan dikkat çekici manzaralarla devam ediyor.

Endonezya’ya dair aklımızda kalan şeyler, dini öğelerin günlük hayattaki konumunun yanı sıra insanların fakirliği ve hayatın oldukça basit bir şekilde devam ettiği oluyor. Öyle ki, hınca hınç dolan trenlerde yer bulamayan insanların trenin üzerinde yolculuk ettiğine dahi şahit oluyoruz.

Hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımız ama ismini sıkça duyduğumuz bu ülkeye dair bir şeyler öğrenmek niyetiniz varsa, bu filmi izlemenizi tavsiye edebilirim.

9 Şubat 2008 Cumartesi

Amerika'da Türk Olmak-TRT 2006

Amerika'da Master yapmak için bilinmesi gerekenler

İlk yazıya ulaşmak için: http://compir.blogspot.com/2008/02/merak-ettikleriniz-1.html

Gelen bir başka email:
1.Yurtdışında eğitim almak için nereden ve nasıl başlamak lazım ya da nasıl bir yol izlemek lazım?Özel bir soru kabul etmezseniz, sizin yüksek lisans hikayenizin nasıl geliştiğini bilmek isterim zira bu bizler için bir örnek teşkil edebilir.

Sanıyorum pek çok öğrencinin hayalinde mutlaka yurtdışına gitmek ve yüksek lisans yapmak vardır. Ancak, bunların sadece bir kısmı bunu gerçekleştirebilir. Benim hikayemden ziyade, senin ihtiyacın olan şey master yapma durumunda eline neler geçeceği. Bir ikincisi de yurtdışı özellikle de Amerika tecrübesinin gelecek adına ne gibi fırsatlar sunduğu. Şahsen mevzuya bu nazarla bakmak lazım ve her ne şekile olursa olsun, yurtdışında bulunmanın ve özellikle Amerika’da master yapmanın ne kadar önemli ve geçerli olduğunu dikkate almak lazım derim.
2.Amerikada 1000'lerce üniversite olduğunu düşünürsek ve bizim de Amerikan eğitim sistemi hakkında pek bir bilgimiz olmadığını dikkate alacak olursak başvurulacak üniversiteye nasıl veya hangi kritere göre karar vermek lazým?

Evet, geçen yazıda söz ettiğim gibi, kalite açısından üniversiteler arasında farklar mevcut. Bunu şöyle değerlendirmek zannediyorum yanlış olmaz:
Birinci gruptaki üniversiteler, hayatını akademik kariyere adamış, bilim dünyasında bir yer edinme niyetinde ve potansiyelindeki bireylere hitap ediyor.
İkinci grup üniversiteler, yurtdışında kariyer yapıp, ülkeye döndükten sonra iyi bir kurumda görev almak düşüncesinde olan kimseler yönelik.
Üçüncü grup da aslında ikinci gruptan pek farklı değil. Ha bir de, Amerika’ya gelip burda kalmak deyim yerindeyse kapağı atmak niyetinde olanlar var ki, bunlar üçüncü gruba biraz daha yakın duruyorlar.
Diyeceğim şu, Amerika’ya gelmek, master yapmak, hayatını burda sürdürmek, TR’ye geri dönmek ya da gelecekte bir şirkette/devlet kurumunda/ya da akademisyen olarak çalışmak tamamen senin ileride kendini ne olarak görmek istediğinle alakalı bireysel kararlar. Sen kararını ver, sonra süreçleri takip et.
3.Üniversitelerin Toefl'dan istedikleri asgari puanı alamayan arkadaşların eğitim rüyası başlamadan bitmiş mi olur yoksa Toefl puanları olmasa bile üniversiteden kabul alıp alan eğitimlerine başlamadan önce üniversite bünyesinde İngilizce kurslarına katılarak İngilizce eksiklerini bu şekilde telafi etme hakları var mı?
Bunu diğer yazıda belirtmiştik, bunu aynı üniversitenin dil kursuna giderek telafi edebilmek mümkün.
4.Üniversite eğitimine başvuru için -üniversiteye göre değişmekle birlikte- ortalama 75$ civarı bir başvuru ücreti söz konusu. Bu başvuru ücretini sorun etmeden mümkün olduğunca çok üniversiteye başvurmak ve kabul alınan üniversiteler arasında "ne çıkarsa bahtıma" hesabı bir tercih mi yapmak gerekir?Yoksa sadece 1 veya 2 üniverseye yoğunlaşmak daha mı mantıklı olur?
 
Bence doğrudan hedefe yoğunlaşmak lazım. Önce gideceğin şehri, ardından da kişisel beklentilerine ve maddi durumuna uygun bir okulu seçmen durumunda çok fazla başvuru yapacak okul kalmadığını göreceksin. Amerika’da özellikle arabaya ihtiyaç duyman ve kalacak yer bulmakta zorlanmandan kaynaklanan problemleri asgariye indirmek için evvela bir tanıdık bulman ve o kişiye yakın bir bölgede okul aramaya başlaman da mantıklı olabilir.



5. Yüksek lisans eğitimi için aracılık eden çok sayıda şirket bulunmaktadır.Bu şirketlerin vize hizmetleri gibi bürokratik olarak nitelendirebileceğimiz faaliyetlerini gözardı edecek olursak bizden aldıkları transkript,Toefl puanı gibi belgeleri üniversitelere teslim etmeleri dışında ciddi bir fonksiyonları var mı? Daha açık ve net bir ifadeyle bu tür şirketler bizim kabul alma ihtimalimizi mi yükseltiyorlar?







Bu şirketler, yukarıda sana anlattığım süreçlerin hepsinde daha önceden tecrübeye sahip oldukları için sorularına net cevaplar verebilirler. Anlaşma yapmalarının sana herhangi bir olumsuz etkisi yok. Bir de, yeterli ingilizcesi bulunmayan kimselere de yol gösteren bu firmaların işinizi oldukça kolaylaştırabileceği de bir hakikat. Benim hikayemi merak ediyorsan, ben bütün kabul işlemlerini kendim hallettim ama tıpkı Cem Yılmaz’ın klasik espirisi gibi, yapılmışı varsa neden tekrar uğraşayım, değil mi?



6.Amerikada bir üniversiteden kabul alan bir kimsenin vize alamaması gibi bir ihtimal söz konusu olabilir mi?






Evet, bu muhtemel bir durum. Vize alma konusu bazen elinizde olmayan nedenler dolayı can sıkıcı olabiliyor. Yurtdışına, özellikle Amerika’ya gelmiş, lisans eğitimini henüz tamamlamış ve maddi olanakları yeterli olan bir kimsenin vize almaması için herhangi bir sebep göremiyorum.

Not: Son olarak, master başvuruları ile alakalı sevgili dostum mirac’ın sitesindeki bir yazıyı okumanızı tavsiye ederim. : İlgili link: http://blog.miracc.com/entry.php?id=144

5 Şubat 2008 Salı

Bisiklet Hırsızları

1948 yapımı bir İtalyan filmi. Siyah beyaz filmlerin büyük bir ilgiyle izlendiği yıllar. Gerçekçi anlatımıyla bize o yıllara alıp götüren, insana ve hayata dair değerlerimizi sorgulatan, özellikle de final sahnesiyle şaşırtan bir başyapıt.

Savaş sonrası İtalya’nın hem ekonomik hem de sosyal hayatını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermesi yönüyle de bir döneme ışık tutan bir film. Sokak çeşmesinden kovalarla su taşıyan kadınlar, amele pazarında iş bekleyen erkekler, otobüs kuyruğunda birbirini iteleyerek yer kapmaya çalışan insanlar. Tüm bunları görünce insan, İtalya’nın nereden nereye geldiğini büyük bir şaşkınlık içerisinde izliyor. Günümüzün hızlı temposunda oldukça yavaş akan ve yer yer sıkıcı olabilen bu film, günlük hayattan sunduğu kesitler itibariyle sinema tarihinde önemli bir yere sahip.

Filme dönecek olursak, yukarıda saydığım imkansızlıklar içinde iş bulmaya çalışan bir adamın hikayesini konu ediniyor. Çalışabilmesi için bir bisiklete ihtiyaç duyan Antonio, bisikletinin çalınması üzerine etrafındakiler de seferber ederek tüm Roma’nın altını üstüne getirerek bisikletini aramaya koyulur. Ancak, koca bir şehirde bisiklet aramak sandığı kadar kolay olmayacaktır.

Film, hem insani değerlere yaptığı vurgu, hem sahip olduklarımızın değerini bize hatırlatması hem de yukarıda sözünü ettiğim gibi bir dönem Avrupa’sına bizleri götürmesi yönüyle izlenmeye değer.

4 Şubat 2008 Pazartesi

Amerika'da Master yapmak için bilinmesi gerekenler-2

Gelen email:
Fazla vaktini almayacak sekilde Amerika'da master egitimi icin ne yapmam gerektigine dair bana bir cerceve cizersen ziyadesiyle memnun olurum.
Amerika'da master eğitimi yapabilmek için genel olarak :
1. iyi bir lisans ortalaması
2. iyi bir toefl skoru
3. gerektiği durumlarda gre ya da gmat türü sınavlar
4. maddi yeterliliğini gösterir bir belge gerekmektedir.
Dikkat ettiysen yukarıda şu kadar ortalama ya da toefl'dan falanca skorun olmalı türünden bir ifade kullanmadım. Bunun nedeni, master programı yürüten okulların bu konuda farklı uygulamalara başvuruyor olmaları. Bu nedenle, yazının geri kalan kısmında okullara göre master a nasıl başvurabilirsin, kısaca bunu izah etmeye çalışacağım. Kaba hatlarıyla master eğitimi sunan okulları üç gruba ayırmak istiyorum.
Birinci grup okullar: Princeton, Harvard, Yale gibi dünya çapında bilinen A kalite okullar. Buralarda master yapabilmen için zaten okulunu dereceyle bitirmiş olman, toefl'dan eski sistemle 600'e yakın puan alman vs. gerekir. Bu okullara başvuracak arkadaşlar ne yapmaları gerektiğini zaten çok iyi bildikleri için bu grubu atlıyorum.
İkinci grup okullar: Rutgers, Rowen, Wilmington University gibi, kaliteli eğitim sunan ancak kabul alınması çok da zor olmayan okulllardır. Örneğin, lisans ortalaması 3 olan, toefl'dan 550 civarı bir puan alan, hatta Toefl almadan bir süre bu okulların dil kuslarına devam eden pek çok öğrenci bu okullardan kabul almaktadır. Eğitim masrafları çok aşırı pahalı değildir. Bir rakam vermek gerekirse, aylık 800-900 dolar tutarında bir okul gideri bulunmaktadır. Başarı durumuna göre burs almak ya da asistanlık yapmak mümkün olabilir. Dersler, ilk gruptaki kadar olmasa da hakkını verecek kadar ağır olabilir. (Yine kesin ifadelerden kaçınıyorum zira buralarda okuyan arkadaşlardan edindiğim bilgiler bunlar)
Üçüncü grup okullar: Strayer, CUNY, Phoenix, Devry, Kaplan gibi Amerika'da çalışan yetişkinlere yönelik programları olan, ancak international öğrencilere de vize imkanı sunan okullar. Bu okullar, genel olarak not ortalaması aramazlar, gerekirse prerequisite denilen ön dersler vererek bu açığı kapatma yoluna giderler. Toefl aramayabilirler, Amerika'da herhangi bir dil kursuna gidilmişse bunu yeterli görebilirler ya da sizi sözlü mülakata alırlar. Eğitim masrafları biraz fazla olabilir. Aylık 1200 dolara kadar çıkabilir bu. Ders saatleri akşamları ya da hafta sonları olduğu için çalışan öğrenci tipine oldukça uygundur. Eğitim kalitesi her ne kadar üst grupakiler kadar olmasa da iş piyasasında kabul edilir bir yeri vardır. Ders geçmek daha kolaydır, bazı dersleri online alabilmek mümkündür.
Bildigim kadariyla Toefl sinavi yabanci ogrenciler icin zorunlu bununla beraber GMAT sinavi MBA egitimi alacak ogrenciler icin de zorunlu mu?
Yukarıda söz ettiğim gibi bu gideceğin okula göre değişir.

Yuksek lisans icin bireysel olarak mi ugrasmak lazim yoksa sirketler araciligiyla mi bu isi yurutmek lazim olur?
Bence şirketler yoluyla gitmek daha mantklı, çünkü şirket zaten komisyonunu alıyor yani senin kaybedeceğin bir şey olmaz. Ancak, şirketin güvenilir olmasına dikkat etmelisin.
Almanyadan birinin Amerikada bir universiteden kabul almasi da normal sartlarda zor bir ihtimal gibi gorunuyor.
Bence sen vize almakta zorluk yaşamazsın, yurtdışında bulunmuş olmak Amerika'ya gelmekte büyük bir avantaj.

En cok merak ettigim husus ise okul masraflari zira bildigim kadariyla okullarin donemlik ucretleri 5-10 bin dolar civarinda.Boyle bir parayi nasil karsilayabiliriz ya da bunun bir alternatifi var mi?
Bunu karşılamanın tek yolu, pek çok öğrenci gibi pizza dağıtarak ya da garsonluk yaparak bu parayı çıkarmaya çalışmaktır. Bu yüzden geleceğin yer New York, Philadelphia ya da Washington DC gibi yerler olursa iş bulman daha kolay olur.

Son olarak su asamadan sonra 2008/2009 egitim ogretim yilinda yuksek lisansa baslama ihtimalim var mi?
Bu konuyla ilgili detaylı bilgiyi başvurmayı düşündüğün okuldan alabilirsin, örneğin bazı okullar son güne kadar kabul alıyorlar. Ama senin yurtdışında olduğunu göz önüne alırsak elini çabuk tutman gerekebilir.