30 Eylül 2007 Pazar

Son 24 saatim

Cumartesi
6.00 pm
Evden aceleyle çıkıyoruz, 45 dakikalık yolumuz var. Philadelphia’nın kuzeyinde bir iftar yemeğine katılmak niyetindeyiz. Hava ve yol koşulları normal.

6.45 pm
İftara oldukça az bir zaman kalmasına karşın, farklı bir yoldan adres bulma girişimlerim bu kez netice vermiyor. Anlaşılan 5-10 dakika kadar geç kalacağız.

7.00 pm
İftar vakti oldu, adresi bir türlü bulamıyorum, sokak isimleri aynı ama adeta bir döngü çiziyor gibiyim. Yanımdaki misafirim de telefon açsak, adres sorsak demeye başladı. Hayır, adres sormamakta kararlıyım. Geç de olsa kendim varmak istiyorum bu adrese.

7.05 pm
Evet, yollar tanıdık gelmeye başladı. İlk girdiğim sokaktan itibaren dolandığım yolları akla getirecek olursak, yana yatık bir U harfi çizdiğim ortaya çıkacak. Paniğe mahal yok, bu sefer doğru yol üzerindeyiz.

7.15 pm
Yarım saate yakın bir gecikmeyle iftar evindeyiz. Şükür ki, sofradan kalkılmamış. Hemen servis geliyor ve hızlı hızlı kaşıklıyoruz önümüze sunulan ikramları. Misafirim, stratejik bir hatayla asıl yemeği çorba zannediyor ve yemeğin ardından gelen çay ve meyve ikramlarını geri çeviriyor. Sonradan anlaşılıyor ki, misafirimiz sofradan doymadan kalkmış.

8.30 pm
Sohbet ve çay faslının ardından teravih namazına niyetleniyoruz. Hafif bir şeyler yediğimizden olsa gerek teravih hiç de yorucu gelmiyor. Bilakis, vücudumuzu dinlendiriyor.

10.00 pm
Mehmet hocam, ne kadar dakiksin tam 10.00’da eve vardık diyen misafirim ve ben ev adımımızı atar atmaz, dolaptaki biber dolmasına gözümüzü dikiyoruz. Anlaşılan, ben de doymamışım.

12.00 am
Sahura davetli olduğumuzu öğrenmemle yatağa girmem bir oluyor. Gündüzden uykumu aldığım için uykuya dalmakta zorlanıyorum. Yeni aldığım telefonumdan internete girip, Black Eyed Peas’in Pump It şarkısını telefonuma melodi olarak indiriyorum. Sonra da, alarmı gece üçe bu melodi çalacak şekilde ayarlıyor ve uykuya dalıyorum.

3.00 am
Odanın içi, müzik sesiyle yankılanırken, sersem bir biçimde uyanıyorum. İşin aslı bu saatte sahura filan gidesim yok. Ramazan başladığından beri de sahura kalkmışlığım da yok. Ama davete icabet edelim düşüncesiyle uyanıyorum.

3.30 am
Sokaklar tenha, kimseler yok. Hız sınırını aşıyorum, aslında gündüz saatlerinde pek çok aracın da bu hız sınırını aştığı malum. Bir kaç dakika geçmiyor ki, ardımda beliren bir polis aracı ışıkları yakmış beni takip ediyor. Gecenin bi yarısı bu da nereden çıktı derken, gözlüklerimi takmadığımı da fark ediyorum.

4.00 am
Yarım saattir beklemedeyiz. Uykulu gözlerim, arkamda bilmem kaç watt’lık polis ışıkları yüzünden faltaşı gibi açılıyor. Nihayet yanımda beliren polis memuru, elime tutuşturduğu iki ceza notuyla ‘Drive Safely’ diyerek yanımdan uzaklaşıyor.

4.15 am
Artık bende ne sahura gidecek takat, ne de araba sürecek cesaret kalıyor. Eve gidiyoruz, kendimi yatağa atıyorum. Nasıl oldu da ceza yedim, hem de hız limitlerini aşmayana dikkatli bir sürücü olduğumu iddia ederken. Bu düşüncelerle saatler birbirini kovalıyor.

5.30 am
Uyku beni unutmuş, bilgisayarımı elime alıp biraz internette dolaşıyorum. Uykum gelmiyor hala.

10.00 am
Yataktan kalkıyorum, kafam hiç yerinde değil. Dünden kalan garip rüyalar sanki devam ediyor gibi. Bu gece rüyamda, eski iş yerime döndüğümü, hiçbir şeyin aynı olmadığını görüyorum. Ama en azından dünkü olayın etkisinden kurtulmuş gibiyim. İlk işim cezalarımın hem para hem de puan karşılıklarına bakmak oluyor. Görüyorum ki, mahkeme yolları tekrar görünüyor. En iyi ihtimalle 150-200 dolarlık bir masraf yaparım diye hesaplıyorum.

1.00 pm
Bir aydan fazla olmuş, berbere gitmeyeli. Evden arkadaşların peşine takılıp topluca berbere gidiyoruz.

2.15 pm
Günlerden Pazar olduğunu unutmuşuz ki, berbere geldiğimizde bizden önce 3 kişinin daha sırada bekledğini görüyoruz.

3.15 pm
Sıkıntıdan iki günlük gazete ve bir kaç kitaba göz gezdirdikten sonra, taraftar cezası alan iki takımın Galatasaray ve Beşiktaş’ın maçını izliyoruz. Kafam o an orda değil ki, sonucunu bile hatırlamıyorum maçın.

4.15 pm
Berber maceramız biterken, evin yolunu tutuyoruz. Yolda, Dursun Ali Erzincanlı, Mustafa Demirci eşliğinde beraber ve solo ilahiler dinliyoruz. Kimse konuşmuyor, kimbilir kim neyi düşünüyor.

5.45 pm
Bugünün sıradışı tecrübesi olan Pakistan toplumunun iftar yemeğine doğru yola koyuluyoruz. Şükürler olsun, dünkü gibi olmuyor bu kez zamanında varıyoruz camiye direksiyondaki kişi ben olmama rağmen.

6.45 pm
Camiden içeri girdiğimizde bizi davet eden dostumuz beliriyor, elimize iki parça hurma, bir içli börek ve bir bardak su tutuşturuyor. Önce, iftar yemeği yoksa bundan mı ibaret? şokunu yaşasak da işin aslının öyle olmadığını sonradan öğreniyoruz.

7.00 pm
Herkes bir lokma bir şeyler atıştırıp orucunu açıyor, ardından birlikte namaza duruyoruz. Namazın ardından yoğun bir kalabalık yemeklerini yenileceği alt kata inmeye başlıyor. Biz bu sıra geç biter diye cami içindeki Pakistanlı dostumuzla sohbet ediyoruz.

7.15 pm
Daha önce Afgan yemeklerini tatmış ve oldukça beğenmiş biri olarak Pakistan damak tadının bize yakın olabileceğini tahmin ediyorum. Biraz baharatlı olmaları dışında, yemeklerin mükemmel denebilecek kadar lezzetli olması, tahminimin de ötesine geçmesi hepimizi şaşırtıyor. Tabaklarımızdakileri bitirip, ilave istemek için kalkıyoruz.

8.00 pm
Teravih namazına daha 45 dakika olduğunu öğrenince, nehir kenarında kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz. Havalar serin artık, öyle kısa kollularla pek durulmuyor, çaresiz camiye geri dönüyoruz.

9.00 pm
Cami cemaatinden Afrikadaki aç insanlara yardım toplanıyor. Ardından, yatsı namazına duruyoruz. Yatsı namazının sünnetini kılmıyoruz. Farzı kıldıktan sonra da camiiyi terk edenler var.

9.30 pm
İmam efendi sekiz rekat diye söyledikleri teravih’in henüz iki rekatını tamamlayabilmiş durumda. Hatimle kılıyor olabiliriz şüphesi var içimde. Arada bir secde ayeti okuyor ve secdeye varıyoruz, sonra tekrar ayağa kalkıyoruz. Askerden bu yana bu kadar süre ayakta dikildiğimi hatırlamıyorum, arkadaşın hesabına göre bir rekatta 3.5 sayfa okuyormuş.

9.45 pm
Toplam dört rekat kılındıktan sonra, imam ara veriyor. Bir başkası, eline bir kitap alıp hadis dersi yapmaya başlıyor. Biz saatin geç olduğu düşüncesiyle camiden ayrılıyoruz. Kalan kısımları evde kılıcaz.

11.45 pm
Bir hafta sonu böyle geçiyor, hala yazmayı planladığım yığınla şey varken bari bunu aradan çıkarayım istemiştim. Yatağa uzanırken, gerçekten yorulduğumu hissediyorum bu kez.

26 Eylül 2007 Çarşamba

Yakında...

Şu sıralar bir yoğunluktur gidiyor, kimseleri arayıp soramıyor, günlerin nasıl buhar olup uçtuğuna akıl sır erdiremiyorum. Ama ramazan biter bitmez yazmayı planladığım şeyler var, Örneğin:
Günlük koşuşturmaca sırasında okumaya çalıştığım Tolstoy’un Diriliş romanı,
Bir toplantıda Rus olduğunu söyleyen bir bayana bu kitabın ismini bir türlü İngilizce’ye çeviremediğim için düştüğüm komik durumlar,
Dünya kültürlerine merak sardığım şu sıralar multicultural lafının etrafında dönüp duran muhabbetler, Korelilerle yaşadığımız ilginç diyaloglar ve Kore’ye dair bilmediklerimiz,
Bosnalı, Pakistanlı falan derken hem iftar, hem muhabbet, hem mevlid, hem de kültürler arası münasebetler,
Arap-İsrail savaşlarından birine dair ibretlik belgesel Six Days in June ve düşündürdükleri,
Google’da Jew yazıp arattığınızda karşınıza çıkan Yahudi aleyhtarı Amerikan kökenli web sitesi ve Google’ın arama sonuçlarına koyduğu lüzümlu açıklama,
Ve daha neler neler... Hepsi ve daha fazlası yakında ...

Amerika'da aracınızın yolda kalması

Otomobil kullanmaya başladığım ilk günlerde, aklıma gelen en kötü senaryolardan biri bir şekilde yolda kalmaktı. Buna ister lastik patlaması isterseniz de benzininizin bitmesi nedenlerine ekleyin her ikisi de özellikle benim gibi tecrübesiz biri için adeta kabus gibi bir şeydi. Ta ki her ikisini de tecrübe edinceye kadar.Bir yılı aşkın bir süredir New Jersey yollarında seyir halindeyim. Bugüne kadar yalnızca bir defa lastik değiştirmek durumunda kaldım. Kısaca başımdan geçenleri bir anlatayım.

3 saat süren uzun bir yolculuğun ardından arabamı park etmiştim. Yarım saat ya geçti ya geçmedi, lastikleri kontrol ettiğimde arka tekerlerden birinin inik olduğunu fark ettim. Günlerden pazardı ve yakınlarda açık bir oto tamircisi bulamamıştım. Neyse ki, bagajdaki kriko ve stepne imdadıma yetişti ve bir gün boyunca dolma lastikten yapılan bu stepne ile idare edebildim. Bu ilk tecrübe ile artık lastik patladığında ne yapılması gerektiğini biliyor olmam ve gerekli malzemeleri sürekli arabamda bulunduruyor olmam bana güven veriyordu.

Geçtiğimiz günlerde bir tanıdığımız telefonda dolmuş benzeri aracının otoyolda kaldığını, hem lastiğinin patladığını hem de benzininin bittiğinin söylüyordu. Her iki durumun da aynı anda vuku bulması biraz aklımızı karıştırmış da olsa, yanımıza hem bir galonluk benzin bidonu hem de krikolarımızı alarak Kurtarma Ekibi edasıyla yola koyulduk. Olay yerine intikal ettiğimizde dolmuş lastiği değiştirmenin aslında binek otomobillere kıyasla ne denli zor olduğunu gördük. Elimizdeki minicik krikoyla koca lastiği kaldırmak gibi komik hallere düştüysek de pes etmedik. Biz bu işi yapacaktık. Ama gel gör ki, elin oğlu mutlaka her şeyi düşünmüştü.

İki dakika kadar geçmedi bir de baktık Emergency Patrol hemen arkamıza yanaşmış. Araçtan inen görevli herhangi bir sorun var mı diye sordu. Biz de olay tamamen kontrolümüz altında dedik. Bunu derken amacımız görevliyi başımızdan uzaklaştırmaktı. Neticede şimdi bizden 100-200 dolar para talep edebilir diye düşünüyorduk. Ama görevli aracına bindi ve bizi takip etmeye başladı. Dolmuşun sahibi, bu State tarafından verilen bir hizmet, ücret talep edilmiyor dediyse de bizi inandıramamış olmalı, biz bir müddet daha uğraşmaya devam ettik. En sonunda bu işin elimizdeki aletlerle olmayacağına ikna olarak işi ehline bıraktık. Görevli adam, insan boyundaki krikosu ve elektrikle çalışan vida sökme aletiyle bizlerin şaşkın bakışları arasında beş dakika sürmeden işini bitirdi. Üstelik beş kuruş da para almadı. Bunun, New Jersey Eyaleti tarafından ücretsiz olarak sunulan bir hizmet olduğunu, çoğu kimsenin bunu bilmediğini, gerektiğinde araçları yoldan çektiklerini ve benzin bile temin ettiklerini de sözlerine ilave etti.

Böylelikle bizler bir kez daha bu ülkenin otoyol sisteminin ne denli mükemmel olduğu konusunda hemfikir olmuştuk ve bir daha olaylara dar çerçeveden bakmamamız gerektiği sonucuna varmıştık.

17 Eylül 2007 Pazartesi

Alıntı mı Çalıntı mı?

Dün gece yolda gelirken bir yandan da radyo dinliyorum. Eğer kendi yaptığım müzik cd’lerim yoksa yanımda genellikle 104.5 frekansından ağırlıklı olarak rock müzik yayını yapan http://www.radio1045.com ı tercih ediyorum. Bunun nedeni diğer radyolar gibi her gün beşyüz kere aynı şarkıları yayınlayan Kral Tv gibi olmayışı ve 80’lere ve 90’lara oldukça sık yer vermesi.
 
Dün gece yine aynı frekansa takılmış giderken birden kulağıma tanıdık bir melodi dolanıyor. Hani o hepimizin bildiği Bum Bum Bum Daldan Hop Dala Uçtum Sonunda Bir Dala Kandım Nedir Bu Daldaki Durum isimi şarkı. Hani işte 90’larda meşhur olan Seden Gürel’in beyaz şapkasıyla imaj yaptığı ve hala akıllarda öyle kaldığı. Meğer bu şarkı Paul Lekakis’e aitmiş, http://en.wikipedia.org/wiki/Paul_Lekakis Kendisi Yunan asıllı bir Amerikalı olan Lekasis bu şarkıyı yaptığında takvimler 1987 yılını gösteriyormuş. Demek ki bir kuşak bu şekilde uyutulmuşuz.
 
Müzik dünyasında intihal mevzuu bilindiği üzere yeni bir konu değil. Bugüne kadar onlarca hatta yüzlerce şarkının aslında başka bir şarkıdan alıntı değil resmen çalıntı olduğu çok kereler yazıldı çizildi. Hatta bazı müzisyenler kaset kapaklarına hiç utanmadan sıkılmadan söz ve müzik kendilerine aitmiş diye de yazdılar. Bir tek Ayşen isimli bir şarkıcımız vardı –halen şarkılarını zevkle dinlediğim- albüm tamamiyle alıntı şarkılardan oluşuyordu ve biz bu şarkıları dinlerken alıntı olduklarını biliyor olmamıza rağmen büyük keyif alıyorduk.Seden Gürel’in o zamanki albüm kapağını bulma fırsatım olmadığı için hakkında atıp tutmak istemem. O yüzden de sırf tarihe bir not düşmek niyetiyle bu satırları kaleme aldım. Unutun gitsin diyemiycem çünkü aradan neredeyse yirmi yıla yakın zaman geçmiş ama bakın neymiş Gerçekler Zamanla Anlaşılırmış.

13 Eylül 2007 Perşembe

Amerika'da Ramazan

Günler ne de çabuk geçiyor bir bilseniz. Kış bitti yaz geldi, okullar açıldı derken bir de bakmışız ki bir başka ramazan ayı daha gelmiş ve bizler çoktan oruç-iftar-sahur ekseninde hayatımızı şekillendirmeye başlamışız bile. Sağda solda ramazan ayı uğramış blogları görünce geçen sene çok da üzerinde durmadığım, yalnızca bir bayram yazısıyla geçiştirdiğim bu sayfalarda bir kaç satır kelam edeyim istedim ramazan’a dair.

Gurbette ramazanlar gariptir, elbette ki Türkiye’de geçen günlerin yerini tutmaz. Hatta bu sebepledir ki pek çokları yıllık izinlerini ramazan ayına denk getirmeye çalışırlar. Bu sayede sokakları akşamleyin ramazan pidesi kokan geceleri davul sesleriyle uyanılan memleket özlemi de giderilmiş olunur. Gidemeyenler boş durur mu, durmazlar tabi. İşte bu yazıda kısaca Amerika’da ramazan ayında ne yapılır onu sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Evvela, sessiz sedasız ramazan gelir diye söze başlamak gerekir sanırım. Öyle Türkiyede’ki gibi gazete manşetleri, belediye afişleri ya da iftar çadırı hazırlıkları görmeniz takdir edersiniz ki mümkün değil. Akşam iftara yakın saatlerde trafiğin tıkanması, insanların hızlı hızlı evlerine yetişmeye çalışmaları da ihtimal dahilinde değil. O halde, bu ramazan ayı bu memlekete hiç uğramaz diyeceksiniz değil mi? Hiç de öyle değil. Bakın dinleyin.

Çevremizden duyduğumuz kadarıyla eskiye nazaran gözle görülür değişimler yaşanıyor Amerika’daki Türk toplumunda. Sivil toplum kuruluşu diye bildiğimiz ve her bölgede birer cami etrafında toplanan Türk insanı, ramazan ayını da yine bu merkezler ekseninde elinden geldiğince hissederek yaşamaya çalışıyor. Tabi yeri gelmişken, 50 kilometrelik bir daire içerisinde dört adet Türk camisi bulunan bir bölgede yaşamanın da olumlu tarafları olsa gerek. Bunlardan ilki, cami cemaatleri tarafından hemen her akşam düzenlenen iftar yemekleri. Senede bir defa da olsa birlik ve beraberliğin temini adına önemli bir işlevi yerine getiriyor bu gelenek.

İftar yemeği düzenleyen yalnızca cami cemaatleri değil elbette. Yine aileler arası karşılıklı iftar davetleri devam ediyor ve herkes gücü yettiği nisbette özellikle öğrenci ya da bekar gençleri yemeğe almak için gayret gösteriyor. Buna ilaveten bir de diğer milletlerin iftar davetleri de mevcut. Amerikada yaşayan diğer müslüman toplumlar da ( Pakistanlı, Boşnak, Arnavut, ya da Arap) iftar davetleriyle bu geleneği devam ettirmeye çalışıyorlar. Zaman zaman farklı milletlerin iftar programlarına katılmak da hiç olmazsa karşılıklı saygı ve sevginin ifadesi olması anlamında büyük önem arz ediyor.

Bir de, kimi zaman diğer dinlerden insanların düzenlediği iftar davetlerine şahit oluyorsunuz. Malum, Beyaz Saray’da da bir kaç yıldır iftar modası devam ediyor, sanırım bu sene de bu etkinlik sürdürülecektir. Bunun yanında bir de bir gün oruç tutup sizinle aynı hissiyatı paylaşabilir miyim diye gayret eden gayri-müslimler var ki, artık bunlar da orucun sosyal anlamda ne denli büyük bir misyon taşıdığını kabul eder durumdalar.

Elbette, yalnızla iftarla sınırlı tutmamak lazım ramazanı. Türkiye’deki kadar olmasa da teravih namazları yine cemaatle kılınmaya çalışılıyor ve iftar-teravih arası çay sohbetleri ile bu birliktelik pekiştiriliyor. Yine binlerce kilometre ötesine yayınlarını ulaştıran Türk televizyonları da evlerimizin içine memleketin ramazan atmosferini ve coşkusunu taşıyarak hiç olmazsa gönüllere hitap eden yayınlarıyla bu eksikliği ziyadesiyle gidermekteler. Bir ayın sonuna ulaştığımızda ise bayramlaşma ve eşe dosta bayram ziyaretleri düzenlenmesi de bu ayın mümkün olduğunca farklı bir ay olduğunu hissedebilme adına kaçırılmaz fırsatlar diye düşünüyorum.

Kısaca toparlamak gerekirse, ramazan ne kadar uzakta olsak, ne kadar ramazana uzak bir toplumda da yaşasak yaşanıyor ve yaşatılıyor. Ne mutlu bu güzellikleri hala devam etirebilenlere.

8 Eylül 2007 Cumartesi

Demokrasi, Hemen Şimdi!

Washington D.C. – Baltimore arasında otomobille seyahat halindeyim. Radyoyu karıştırırken hararetli hararetli konuşan birine kulak kesiliyorum. Ortadoğu sorunundan söz eden, Amerikalı olduğunu düşündüğüm konuşmacı, İsrail’I işgalci olmakla ve çocukları öldürmekle itham ediyor. Şaşkınlık ve merak içerisinde yayını takip etmeye başlıyorum. Az sonra radyonun isminin Democracy Now! ( Demokrasi, Hemen Şimdi ) olduğunu öğreniyorum.

Main Stream (merkez) Amerikan medyası’ndan bir önceki yazımızda kısaca söz etmiştik. Belli çerçevede yayın yaptıklarını ve kimi zaman diledikleri konuda arzu ettikleri türden haberler yayınladıklarını ve dünyaya ait gelişmeleri manipüle ettiklerini dile getirmiştik. Elbette bu iddiayı bir yabancı olarak dillendirmek çok da gerçekçi olmayabilirdi. Ancak, ülkenin kendi vatandaşlarının da benzer tepkilere sahip olduğunu duyduğumuzda işin rengi değişti.

İlk paragrafta sözünü ettiğim radyo ve Tv istasyonu, Amerika’da bağımsız yayın yapan ve ticari kaygısı olmayan bir kuruluşa ait. Başını Amy Goodman isimli bir aktivist’in çektiği bu yayın grubu, dünyaya oldukça farklı bir pencereden bakmayı başarabilmiş. Demokrasi, Hemen Şimdi sloganıyla, yalnızca kendi ülkeleri için değil, aynı zamanda Amerika’nın elini değdirdiği ve demokrasi vaad ettiği ülkeler için de aynı temennide bulunuyorlar.

Yine aynı radio istasyonunda yayınlanan ‘Dinleyici Görüşleri’ isimleri bir programdan aldığım kısa notları sizinle paylaşmak istiyorum. Program yapımcısı, merkez medyada Nisan ayından bu yana Irak ile ilgili haberlerin yüzde 50 nisbetinde azaldığını söylüyor ve dinleyicilere bunun sebebinin ne olabileceğini soruyordu. Yaklaşık yarım saat kadar süren programa katılan dinleyiciler, yaptıkları yorumlarla açıkcası beni oldukça şaşırttılar ve ezberimi bozdular diyebilirim.

Dinyleyicilerden biri ‘No news is good news’ yani hiç haber olmaması aslında iyi bir haber diye görüş beyan etti. Böylelikle kamuoyu artık daha fazla Irakta ölen askerler’den haberdar olmayacaktı.
Bir diğeri ‘Loose change’ isimli belgesel sayesinde Amerikan toplumunun artık gerçekleri bildiğini ve olaylara eskisi gibi yaklaşmadığını söyledi. Bir başkası ‘Siyonist güçler Hilary Clinton’u yönlendiriyor’ diye bir iddia ortaya attı.

Türk medyasına yöneltilern eleştirilere benzettiğim bir diğeri ise ‘Bilgi vermekten ziyade gelirlerini arttırmak niyetindeler, American Idol vb. yarışma programlarına, ünlülerin nerede ne yaptığına daha fazla yer vererek ceplerini doldurma çabasındalar şeklindeydi. Bir diğer dinleyici ‘Ne zaman Demokratların kongresi yaklaşsa bu tarz haberler ( Irak’ta ölen askerler vb.) gitgide azalmaya başlıyor.’ diyerek konuya farklı bir bakış açısı getirdi.

Kısa ve net konuşan bir diğer dinleyici ise ‘Bunun tek bir cevabı var, O da Oil (petrol). En büyük terörizm bu. ‘ diyerek sözünü bitirdi. Programın sonlarına doğru da bir başka dinleyici ‘No news is good news sözüne katılmıyorum, bu sanki fırtına öncesi sessizliği hatırlatıyor.’ diyerek aslında Irak’ta işlerin sanıldığı gibi iyi gitmediğini hatırlattı.

Özetle, Amerikan medyasına ve toplumuna dair genellemeler yapmadan önce sanıyorum bir de bu türden bağımsız yayın yapan kuruluşlara kulak kabartmakta fayda var. Ancak, bu tarz yayınların da tıpkı bizim ülkemizdeki gibi kısıtlı sayıda dinleyiciye ulaştığını hatırlatalım. Bununla birlikte, internet yayıncılığının nimetlerinden birinin de herkese kolayca ulaşabilmek olduğunu unutmayalım. Tıpkı, dileyen herkesin www.democracynow.org adresinden sözünü ettiğim yayınları dinleyebileceği gibi.

Medya’da Secret’ın Sırrı ve Doku Uyuşmazlığı

Son günlerde Amerika’dan tüm dünyaya ve nihayetinde Türkiye’ye de yayılan bir Secret çılgınlığıdır almış başını gidiyor. Elbette medya dünyası da bu konuya kayıtsız kalamazdı ve pek çok yazar köşelerinde olumlu ya da olumsuz görüşlerini okuyularıyla paylaştılar. Konuya en ilginç yaklaşımı hiç şüphesiz Haşmet Babaoğlu sergiledi.

Babaoğlu, Vatan Gazetesi’nde yayınlanan yazısında , Secret’ın ortaya koyduğu çekim yasası’nın bizim kültürümüze aslında hiç de uygun bir düşünce biçimi olmadığını ve asla babaannelerimizin bize öğrettiği ‘dua’ların gücüyle kıyaslanamayacağını söyledi. Babaoğlu, yalnızca bununla da yetinmedi, bir başka yazısında, ‘İstemek-dilemek ile ilgili bütün bir insanlık birikiminin bu kadar ucuzlatıldığına; insan acılarının böylesine hafife alındığına daha önce rastlamamıştım. Teori aynı zamanda sosyal eşitsizliklere de meşruiyet kazandırıyor’ diyerek kitabın aslında insanlara umut değil, kişisel arzularını tatmin etme dürtüsü kazandırdığını ilave etti.

Aynı konuya aslında bahsetmeye dahi değer bulmayan, ancak kendi penceresinden baktığında kamuoyunu gereksiz yere işgal etmesinden yakınan bir diğer yazar ise Nuh Gönültaş’tı. Gönültaş, kişisel gelişim uzmanı Muhammed Bozdağ’ın ifadelerine yer verdiği yazısında şunları dile getiriyordu: Biz Müslüman bir toplumuz. Bir Allah'ın varlığına inanırız ve O'ndan başka hiçbir şeye kudret atfedemeyiz. İnandığımız Allah gökte kendi başına yaşayan sakallı bir dede değil, tüm evreni varlığa taşıyan, yaratan, yöneten ve planlayan, zaman ve mekan ötesi bir sonsuz varlıktır. Bilir, tercih eder, yapar ve konuşur. En iyisi siz bu kitabı okuyup gereksiz yere vaktinizi harcamayın!

Son olarak da isterseniz, medyafaresi’nde yayınlanan bir haberden aldığım alıntıyla yazıyı noktalayalım. Bakın meğer kitap nelere kadirmiş de bizlerin haberi yokmuş. Kitabın anlattığı her ne ise, satış için uygulanan pazarlama taktikleri bu kitabı adeta bir kutsal kitap gibi sunuyordu. Üstelik kitap, yine hedef kitlenin en çok takip ettiği ünlü insanların ağzından pazarlıyordu kendini. Dikkat edin, kitabın başarısı diye sunulan şeyler aslında kitapla hiç de alakası bulunmayan şeyler. Örneğin David Beckham, "Ben futbola devam etmek istiyorum. Victoria ise Hollywood'a gitmek istiyordu. Madrid'de de hayatımın en zor günlerini geçiriyordum. Sonra ikimiz birden Secret okumaya başladık. Ve bu yasayı hayatımızda bilinçli olarak uygulamaya karar verdik. Bingo! Üç hafta geçmemişti ki, menajerim aradı, inanılmaz teklifi söyledi. Los Angeles Galaxy takımı bana beş yıllığına tam 250 milyon dolar teklif ediyordu. Bu çok acayip bir şeydi. Çünkü hem ben futbol oyanayabilecektim, hem de Victoria, Hollywood'una kavuşacaktı ve 250 milyon dolar gibi rekor bir transfer ücreti alacaktım. O günden beri Secret'ı kutsal bir kitap gibi elimden bırakmıyorum... ‘ derken ne kadar inandırıcı?

Saad’da Bir Akşam Yemeği

Yurtdışında yaşayanlar bilir, damak tadınıza uygun ve helal yemek yiyebilmek oldukça zordur. Amerika için konuşmak gerekirse New Jersey’nin Paterson bölgesi lahmacunu pidesi ve etli ekmeğiyle Türkiyeyi aratmayan restoranlarıyla meşhurdur. Bunun dışında kalan eyaletlerde (en azından benim gezdiğim gördüğüm üç beş tanesinde) tek tük de olsa Afgan ya da Ortadoğu asıllı lokantalarla idare edilir. Bu yazıda kısa bir süredir bağımlısı olduğumuz Philadelphia’nin meşhur Saad Cheesesteak çisinden söz etmek istiyorum. (Aslında bu yazıyı da yine arkadaşların ısrarları sonucu kaleme almış bulunmaktayım.)
Akşam üzeri saat 8 suları... Akşam namazının vakti çıkmak üzere. Philadelphia’dan geçen yolumuzun üzerinde namaz kılmak bahanesiyle durduğumuz caminin kapalı olduğunu öğreniyoruz. Yakınlarda başka cami var mıdır, ya da içeride kılabilir miyiz diye sormak bahanesiyle Saad’ın kapısından içeri giriyoruz. Bize burada kılabileceğimizi söylüyor, biz de üst kat, bodrum kat ya da arka bölme ararken, tezgahın altından seccadeyi çıkartıyor ve hemen salonun kenarında durun diyor. Tabi şaşırıyoruz önce. Tüm müşterilerin önünde namaz kılmak, her ne kadar duvarlar kabe resimleri ve hat metinleriyle dolu da olsa, bize garip geliyor. Ama başka seçeneğimiz olmadığı için dediğini yapıyoruz. Bu esnada seccadenin Türk malı olduğu gözümüze ilişiyor. Biz namazı kılarken, benim için de dua edin diyor bize.
Philadelphia’nın en meşhur restoranlarından biri Saad. Tanıdığımız Türk dostlardan da aldığımız referanslar neticesinde güvenle yemek yiyebileceğiniz bir yer. İşin enteresan tarafı, içeride hemen her milletten insan bulmak da mümkün. Kara çarşaflı zencilerden tutun da, beyaz amerikalılara, orta doğululara, asyalılara ve hispaniklere kadar uzanan geniş bir müşteri yelpazesi var Saad’ın. İçeride sürekli çalmakta olan Arapça ilahiler ya da Kuran-ı Kerim’de kimseyi rahatsız etmiyor.
Değişik bir adam bu Saad. Kredi kartı haram diye sadece debit(hesabında para olan banka kartı) ya da nakit para kabul ediyor. Ramazan günleri iftardan sonra dükkanı açıyor ve parayı siz yemeği yedikten sonra alıyor. Yani pek çok Amerikan tarzı geleneği kendi tarzıyla reddediyor.
Menüye gelince, tavuklu sandviç ya da köftesini denediğim için tavsiye edebilirim. Cheesesteak (bizim tantuniye benzer bir tür) hususunda ise ketçap ve mayonezi kıvamında tutturduğunuzda değişik bir tad yakalayabileceğinizi söyleyebilirim. Yanında patates kızartması ve ayran da oldu mu, kişi başı maksimum 10 dolar harcayarak karnınızı güzelce doyurabilirsiniz. Dahası, Subway’in veggy ya da tuna sandviçlerine kat kat tercih ederim desem hiç abatmış olmam sanırım. Kısacası, yolunz bir gün bu taraflara düşerse uğramadan geçmeyin diyebileceğim bir adres veriyorum size:
Saad's Halal Place, 4500 Walnut St, Philadelphia, PA 19139
(215) 222-7223
4500 Walnut St, Philadelphia, PA 19139