4 Şubat 2007 Pazar

Le Grand Voyage

Fransanın varoşlarından başlayıp avrupayı bir baştan bir başa, ardından da türkiyeden ve bir kaç arap ülkesinden geçerek kutsal topraklara uzanan bir serüveni anlatıyor bu film.öyle ki, hayatı boyunca bu ani bekleyen samimi bir mümin ile fransada doğup büyüyen aynı dili bırakın aynı dini dahi paylaşamamış bir oğul için anlamsız gibi görünen bir yolculuk belki de sonlara doğru hayatın anlamlarından biriyle bizleri başbaşa bırakıyor.filmi teknik açıdan, oyunculuk açısından ve konu açısından ele almak mümkün gibi gözükse de ben daha ziyade gurbette yaşayan biri gözüyle filmden hissettiklerimi aktarmak istiyorum.


Öncelikle, bu uzun yolculu yer yer bir belgesel tadında izleyerek pek çok ülke üzerinden adeta ben de kendimi bir sefere çıkmış gibi hissettim.türkiye sahnelerinde türkçe konuşan gümrük görevlisi ve hacca giden bu baba oğulu tokatlayan kalpazan ile her ne kadar karizmayı çizmiş gibi gözüksek de en azından yedi tepeli şehirden okunan ezan seslerinin verdiği haz başka bir şeyle değişilemez.filmin çok kısa da üzerinde dursa vermeye çalıştığı bir kültür çatışması da dikkatlerden kaçmıyor. yaşamayan bilmez belki ama burada amerikada da bu çatışma bir neslin neredeyse kaybolması gibi sonuçlar verebiliyor maalesef.hayatının son arzusunu yerine getiren samimi bir müslümanı bekleyen hazin son da filmin en duygusal sahnesi olarak zihinlerimizde yer ediyor.kısacası, vatan topraklarından kilometrelerce ötede, oralara ve kutsal topraklara olan özlemimizi bir kuşak çatışması çerçevesinde belgesel tadında bizlere yaşatan bu mütevazı filmi izlerseniz belki anlamlandırmaya çalıştığınız hayatta eş geçtiğiniz pek çok şeyi görme fırsatı bulabilirsiniz.

Cennetin Çocukları, Children of Heaven


Children of Heaven, Cennetin Çocukları, İran FilmiBir çift ayakkabının hikayesi...Hayatın gerçek değerinden git gide uzaklaştığımız zaman dilimlerinde belki bir kaç küçük ayrıntıda gizli sahip olduklarımızın sırrı. Oysaki ne kadar habersiz yaşamaktayız bize sunulan nimetlerden ve çoğu kez burun kıvırdıklarımıza muhtaç olan kimselerden.

Hayatın masal gibi aktığı bir şehirde, filmde bu bir İran şehri olsa da aslında bizim doğup büyüdüğümüz sokaklarında koştuğumuz memleketimizden çok da farkı yok esasında.

Daracık sokakların ortasından akıp giden şu kanalları, içiçe hayatların yaşandığı musluğu dahi olmayan gecekondular, onlarca çocuğun coşkusuna ortak olabileceğiniz mahalle arası maçlar, üç çocuğun aynı sırayı paylaştığı öğrencilik yılları. Sadece bunlar değil elbette yaşadımız hayatı bir gün karşımıza böyle beklenmedik anda çıkaran, varoluşumuzu var olma nedenimizi bizlere sorgulatan.Filmin konusu kısaca, kardeşinin tamir olduğu halde aslında hala giyilemeyecek durumda olan ayakkabılarını kaybeden küçük bir çocuğun tekrar bu ayakkabıları alabilmek için hayatını ortaya koyduğu bir mücadele. Ne güzel ki, halen insanca hasletlerin takdir görebileceği, hayatın aslında onca karmaşa arasında bazen küçük de olsa mutluluklar bahsedebileceğini.

Aklıma gelen bir kaç can alıcı sahneden söz etmeden de geçemeyeceğim. Örneğin, küçük kızın getirdiği çayı içmeden önce şeker isteyen, önünde çaycılık yaptığı camiye ait kesme şekerleri paketleyen babasına baba bu şekerlerden kullansana diyen kızına, "olur mu kızım, bunlar caminin mali. Bize güvendiler de teslim ettiler" diyebilecek kadar bizden bir film. Hasta annesinin yaptığı çorbayı bir başka hasta yaşlı komşusuna götüren çocuğa, sevinsin diye bir avuç kuruyemiş ikram eden ihtiyar amcanın ikramını kabul etmekte tereddüt yaşayacak kadar da hislendiren bir film.

Sinema diliyle anlatılan onca şey var ki 88 dakikaya sığdırılmış, her biri aslında birer hikaye birer hayat emaresi. Hepsini anlatıp da filmin büyüsünü sizlerin de sinema keyfini kaçırmak istemem. Son söz olarak derim ki, Lütfen kendinize bir güzellik yapın da hayatın bir penceresini açın: Bu filmi izleyin!

Filmin IMBD deki web sayfasi icin tiklayin

Crash


Gece yarısından hemen sonra...
Hazırlıksız bir anımda yakaladı bu film beni. tam da sorular sormaktan sıyrılmış, biraz da kendim olayım dediğim bir anda sarsıldım. ama yine de izlemekten keyif aldım 122 dakika boyunca.
serüvenimiz bir trafik kazasıyla başlıyor, adı üzerinde zaten. E bir hikmeti olsa gerek diyorsunuz bu çarpışmaların, yeri geliyor hiç beklenmedik yüzleşmelere şahitlik ediyorsunuz.

Little Miss Sunshine (Benim Küçük Günışığım)


Lady in the Water filminde yaşadığım hayal kırıklığından sonra bir dönem Holywood filmlerine ara verip iran filmlerine dadanmıştım. rastgele bir seçim yaparak çok da güzel denk getirmiştim cennetin çocuklarını. ardından, cenneti rengi ile bu atmosferi sürdürmek istemiş, ancak film öncekinin çok da üzerine çıkamayınca yine bir arayış içinde bulmuştum kendimi. henüz bu arayışım belli bir istikamete yönelmemişken, geçiyordum uğradım edasıyla girdiğim video store'dan elimde bir film olmadan çıkmayayım istedim.

Central Station (Merkez İstasyon)

1998 Brezilya yapımı, alışılmışın dışında bir sinema yapıtı. Dünya sinemasına karşı ayrı bir ilgim var. Bunun nedeni, belki de çocukken hayalimde kurguladığım bir senaryonun halen canlılığını yitirmemesi olabilir. Başka bir ülkeye ait hayatın içinden bir film izlediğimde bulunduğum konumu unutup kısa süreliğine kendimi o insanların yerine koyuyorum. Bir an için o ülkenin dilinde konuştuğumu ve o ülkenin değerleriyle yaşamak durumunda kaldığımı hayal ediyorum. Bu bana çoğu zaman o ülke insanlarını daha iyi anlama ve bir arada yaşayabilme hususunda oldukça yardımcı oluyor.

Gelelim filmin konusuna. Dorra, Rio de Janeiro'da tren istasyonunda geçimini insanların mektuplarını yazarak sağlayan emekli bir öğretmendir. Bir gün oğluyla birlikte gelen bir kadın kendilerini terk eden kocasına mektup yazmak ister ve kadın trafik kazasında ölünce oğlu ortada kalır. Çocuğa sahip çıkmak ve babasını bulmak da Dora'ya düşer. Aynı zamanda bir yolculuk hikayesi olan bu film, yer yer neşeli yer yer de hüzünlü anlar yaşatıyor izleyiciye. Sevgi, aşk, şefkat gibi insanı değerlerin yerkürenin başka bir toprağında nasıl yaşandığına dair ipuçları veriyor bize. Bir iran filmine kıyasla bize ait değerlerin çok olmadığını ancak evrensel değerlerin de dil, din ve renk gözetmeksizin çoğu zaman aynı olduğunu, olabileceğini hatırlatıyor bizlere.

Filmin belki pek çok karesinde figüran olarak görünen kimseler o kadar gerçekçi yapıyorlar ki rollerini, kimi zaman bir belgesel tadında geçiyor yolculuğumuz. Film, özellikle de dini bir ayını oldukça geniş bir zaman diliminde bizlere takdim ediyor ki bu da dünya sinemasının işlevselliğinin bir nevi ispatı adeta. O insanlara ve o topraklara dair değerlerin ön plana çıkması dünyalı olmanın sevincini yaşatıyor bizlere.Dünyaya farklı bir pencereden bakmak, günlük problemlerimizle boğulduğumuz modern hayata bir mola vermek, bambaşka insanların dünyaya bakış açılarını keşfetmek istiyorsanız eğer, bu filme vaktinizi ayırın derim ben...

Reis Bey


Necip Fazıl’ın aynı adlı tiyatro eseri’nden sinemaya uyarlanan bu film bir Mesut Uçakan yapımı. 90’ların yönetmeni Uçakan, en son 2006 yılında Anne ya da Leyla isimli bir filmle adından söz ettirmişti.Mesut Uçakan, Yalnız Değilsiniz, Kelebekler Sonsuza Uçar gibi mesaj kaygılı filmleriyle bir dönem muhafazakar çevreler için alternatif sinemayı geliştirmiş yetenekli bir yönetmen. Bunu, belki üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen hala konuşulan ve kendi alanlarında birer emsal kabul edilen filmlerinden çıkarmak mümkün.
 
Reis Bey, 1 saat 20 dakikalık kısa bir film. Kısaca özetlemek gerekirse, verdiği yanlış kararın neticesinde bir gencin idamına sebep olan bir hakimin merhamet kavramıyla tanışmasını ve hayatın bir şekilde kendine merhametli olmayı öğretmesini konu ediniyor.O zamanın zor koşullarında çekildiği göz önünde bulundurulduğunda teknik açıdan herhangi bir tenkitte bulunmak yersiz olabilir. Daha ziyade, filmin akışına uygun seçilmiş müzikleri, Haluk Kurtoğlu’nun filmi basından sonuna götüren güçlü oyunculuğu ve yan rollerde gördüğümüz aktörlerin profesyonellikleri de hesaba katıldığında karşınıza seyri mümkün bir klasik çıkıveriyor.

Kavanozdaki Adam

1987 yılında TRT’de 4 bölümlük dizi film halinde yayınlanmak üzere çekilen bir başyapıt. Yönetmenliğini Mesut Uçakan’ın üstlendiği filmin başrollerinde Ahmet Mekin, Metin Serezli, Nevra Serezli gibi türk sinemasının güçlü oyuncularını görmekteyiz. Türkiye’nin ilk bilim-kurgu sinema filmi olarak belleklerde yer edinen bu film aynı zamanda düşünsel planda Türk sinemasında farklı bir duruşa sahip.
 
Konusuna gelince, Semih Şerifoğlu, oğlunu kaybetmesinin ardından ölüm olgusuna yoğunlaşan ünlü bir yazardır. Aniden baş gösteren ve onu ölümün eşiğine getiren rahatsızlığına, beyninde büyüyen bir tümörün neden olduğunu öğrenir. Beyin nakli üzerine araştırmalarıyla uluslararası şöhret kazanan Prof. Kenan Aksal' in yaptığı ameliyatla, yazar Şerifoğlu' na okuma-yazma bilmeyen bir kan davası kurbanının beyni nakledilir. Şerifoğlu, ameliyatın ardından kendini, taşıdığı beynin sahibi Mehmet Ekinci olarak bilir ve bedenini yadırgar. Prof. Aksal için bu beklenmedik bir sürpriz değildir. Onu bekleyen sürpriz ise, yoğun çalışmaları yüzünden ihmal ettiği ailesinde yaşanan faciadır. Üstelik hayatını bağladığı çalışmaları katliam ve canavarlıkla suçlanmasına neden olacaktır.
 
Film aynı anda birden fazla unsuru bünyesinde bulundurmasıyla farklı arayışlardaki izleyiciye hitap etmeyi başarıyor: Bilim-kurgu, drama, yer yer aksiyon ve gizliden filizlenen bir romantizm. Sorgulayıcı üslubuyla zihinlerde soru işaretleri bırakan film, çağımızın en büyük açmazlarından birini çarpıcı sonuçlarıyla gözler önüne seriyor: Kariyer uğruna ailesini ihmal eden bir tip doktoru ve sonrasında sebep olduğu facia ile hem kendi dünyasının hem de çevresinin yaşadığı bunalımlar filmin ana temasıyla gelişen yan hikayecikler...Bununla beraber, insanoğlunun ölümden kaçtıkça daha bir çözümlenemez açmazlara gark olduğundan dem vuran film, sanırım yıllar geçtikçe ele aldığı konu itibariyle kendini muhafaza etmeye devam edecek. Türk sinemasının günü birlik kazanımlardan öte kalıcı eserlerden de bırakabileceğinin de aslında güzel bir göstergesi.

Dine Bakışın Başka bir İfade Şekli: Takva filmi


2006 yılının en ses getiren filmlerinden biriydi Takva. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Gemide gibi sıra dışı yapımlara imza atan Yeni Sinemacılar, bu kez ülkemizin belki de en hassas konularından birine çevirmişler objektiflerini.
 
Konusu itibariyle, dergahına gönülden bağlı sıradan bir esnaf olan Muharrem, şeyhin verdiği bir görev sonrası din ile dünya ilişkilerini zihni planda bir çerçeveye oturtamayışıyla bir çıkmaza girmiştir. Zihninde beliren gayri ahlaki hayaller de inancını sarsmakta ve gitgide aklı dengesini yitirmeye başlamaktadır.

Film, Kur'an-ı Kerim'den "De ki: Değişmeyen gerçek geldi, sahte ve tutarsız olan yıkılıp gitti. Zaten sahte ve tutarsız olan er ya da geç yıkılıp gitmek zorundadır" ayeti ile açılıyor. Peşinden muhtemelen İstanbul Fatih'te yapılanan bir dergahın kendi içindeki hiyerarşisine ve dini ritüellerine tanıklık ediyoruz film boyunca.Filmin gösterime girdiğini ilk duyduğumda, yine din adamını yerden yere vuran bir başka film diye geçirmiştim aklımdan. Ardından, Zaman gazetesinde yer alan demecinde yönetmen Özer Kızıltan'ın sol kimliğini saklamadığını ve filmi herhangi bir grubu ya da düşünceyi sorgulamak amacıyla çekmediğini ve kişisel bakış açısını perdeye yansıttığını okudum. Nihayetinde izlemeye karar verdim.
 
Evvela filmin muhtevasında yer alan zikir sahnelerini müteakiben birdenbire ekranda beliren Muharrem Efendi'nin rüyaları rahatsız edici olabiliyor. Şükür ki, fazla uzun sürmediği için en azından filmin ana temasından kopmamış oluyorsunuz.Sonrasında, Erkan Can rolünü ziyadesiyle dolduruyor ve Muharrem Efendi'nin temiz ve saf bir inanandan aklı dengesini yitirmiş bir adama dönüşmesindeki tüm aşamaları hakkıyla oynuyor. Güven Kıraç, gerek zikir sahnesinde cemaati coştururken bir zenci kilise şarkıcısını andırması gerekse de Euzu Besmeleyi kusursuz Türkçe aksanıyla okumasıyla yer yer sırıtabiliyor. Bunun haricinde diğer figüranlar da filme bir belgesel havası katıyorlar.Film, belki dergahı ve şeyhini yerden yere vurmuyor ama günümüz dünyasında sıradan vatandaşın aklına zorla sokulmaya çalışılan "Asıl hacıdan, hocadan korkacaksın" önyargısını pekiştiriyor.
 
Tarikat menfaatleri adına bir takım günahların işlenmesinde bir beis yoktur gibi tehlikeli sınırlarda gezen bir düşünceyi seslendiriyor. Bu açıdan bakıldığında filmde bir taraflılık olduğu ve genellemelere müsait yapısıyla zaten var olan kutuplaşmalara olumsuz katkıda bulunulduğunu söyleyebilirim.Zaten, filmin Nazım Hikmeti'in "Çok alametler belirdi vakit tamamdır haram helal oldu, helal haramdır" sözleriyle bitmesi de hangi bakış açısıyla filmin çekildiğinin bir başka göstergesi.Özetle, izledim de hayatımda çok şey değişti demeyeceğim, ancak farklı bir gözle bakıldığında tarikatların nasıl göründüğüne dair bir ışık tutabilecek bir film olması yönüyle dikkate alınabilecek bir film. Gerçi biz hep bugüne kadar hep dışardan bakılanlarla yetindik ama ümid ederim ki bir gün daha objektif bir bakış açısıyla ele alınır bu tip konular.
 

Kinamand (China man)

2005, Danimarka yapımı bu filmi Netflix’te yabancı filmler kaegorisinde dolaşırken buldum. Eşinden ayrılmış orta yaşlarda bir adamın Çin lokantasında çalışan Çinli bir kadına aşık olmasıyla gelişen bir aşk hikayesi diye söz ediliyordu filmden. Hem son bir kaç yıldır sürekli sorunlar yaşadığımız Danimarka’ya birazda içeriden bakabilmek hem de farklı dünyalara ait iki insanın yaşayabileceği bir aşkın nasıl bir şekle bürüneceğini görmek istemiştim.Yaşadığım ülkede de oldukça yaygın olan “sahte evlilik” lere aşk karışınca nasıl olurmuş onu da görmüş oldum. Belki hızlı bir temposu yok filmin, hatta film boyunca bitmek bilmeyen çince diyalogları dinlemek de zaman zaman sıkıcı olabiliyor. Ancak, birbirlerinin dillerini dahi bilmeyen iki insanın hayatlarının birenbire böylesine iç içe geçmesi ve beraberinde “sözler”in değil “gözler”in konuşması hakikaten seyretmeye değer. Hele hele globalleşen bir köy olma yolunda hızla ilerleyen dünyamızda, birbirimizi anlama ve birlikte yaşayabilme adına farklı toplumların hayatlarına biraz daha sinemizi açmanın zamanı geldi de geçiyor.

Film hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için buyrun: http://www.imdb.com/title/tt0414195/

O Da Beni Seviyor

Son bir kaç gündür Türk filmleri ziyafeti veriyorum kendime. Elbette fimlerin kalitesiyle doğrudan orantılı bu keyif alma hadisesi. Vaktim oldukça teker teker bu fimlerin üzerinden geçmek niyetindeyim.

Sınav, Hırsız Var, Dabbe, Türev, Eve Dönüş filmlerini büyük bir sabırla bekleyip izlememden anlayın ki size bu filmleri tavsiye edemeyeceğim. Hatta her biri için ağır eleştirilerle dolu birer yazı yazma niyetim vardı ki vaktimi ziyan etmeyeyim dedim. Ama zamanım bol diyorsanız tercih sizin.

Asıl sözünü etmek istediğim iki film var ki bunlardan ilki ‘O da Beni Seviyor’. Yönetmen Barış Pirhasan. Özellikle aradım Google’da acaba yönetmen Alevi mi diye ancak olmadığını öğrendim. Bugüne kadar aleviliği bu denli üzerine basa basa tanımlamaya, konumlandırmaya ve alevilik kültürüne içeriden bakmaya çalışan bir film çevrilmemişti. Yönetmen, Sünni bir kız ile Alevi bir gencin aşkı üzerinden 70’li yılların Türkiye’sine, Malatya kırsalından hareketle o zamanın renkli köy hayatına objektiflerini çevirmiş.

Film size o kadar tanıdık geliyor ki. Evvela, Alevi-Sünni toplumlarının birbirleriyle olan ilişkileri karşımıza çıkıyor. Çocukluğum gözlerimin önüne geliyor bir anda. Beraber top oynadığımız, karşılıklı ev oturmalarına gittiğimiz, muharrem ayında bizim onlara, onların da bize aşure gönderdiği aydınlık yüzlü insanlar geliyor aklıma. Belki de çoğu zaman olduğu gibi daha birbirimizi tanımadan düşmanlar yaratıyoruz zihinlerde. Film, belki de bu kırılmayı yaşatıyor belleklerimizde ve bizleri aslında yabancı olmadığımız ancak hep çekinceyle yaklaştığımız bir kültürün içine çekip alıveriyor.

Filmin konusuna kısaca değindikten sonra biraz da en beğendiğim kısımlardan söz edeyim. Evvela filmin başında yer alan jenerik müziğine bayıldım. Belki de filmi izlemeden başa sarıp sarıp bu müziği dinledim. Filmin zaman zaman arka planında akıp giden bu melodi hemen hemen bir Cahit Berkay klasiği kadar Türk filmi tadındaydı .
 
Akabinde filmin başrol oyuncusu Ece Ekşi’yi çok beğendim. Kesinlikle yaşına göre iyi iş çıkarmış ve rol yapıyormuş gibi değil hakikaten yaşıyormuş gibi oynamış. Her ne kadar Radikal gazetesinde yönetmenle yapılan söyleşide oyuncunun ismi sehven Ece Erken olarak geçse de bu isim ileriki yıllarda karşımıza sıkça çıkacağa benziyor. Filmin diğer oyuncu kadrosuna imkanınız olursa bir bakın derim ve bu denli profesyonel bir kadro içinde sırıtmadan oynayabilmenin ne kadar zor olabileceğini tahmin edin. Yalnızca, Lale Mansur’un köylü ağzıyla konuşamadığını, biraz zorlamaya kaçtığını yer yer hissediyoruz. Yine de oyunculuğuyla bunu kapattığına inanıyoruz.

Bir de filmde beni en çok etkileyen final sahnesi oldu. Filmin sonlarına doğru bütün bir aile büyük köy evinin avlusunda toplanıyor ve oldukça keyifli bir manzara ortaya çıkıyor. Etrafta dolanan küçük oğlan, çay dağıtan genç kız, merdivene oturmuş çocuklar, kucağında bebek seven kadın, divanda süre giden hararetli bir sohbet ve ardından siyah beyaz kareye sığdırılan mutluluğun resmi. Hepsi tanıdık, hepsi bizden. Belki kişisel menkıbemde geçmişe dair hatırlanacak bu tabloda eksik isimler olsa da yine de bir keyif ve coşku ile izliyorum bu sahneleri.
 

Sonuç olarak bir kaç açıdan ele alındığında ağırlığı olan ve sinema diliyle bir şeyler anlatmaya çalışan bir film ‘O Da Beni Seviyor.’ Başında da söylediğim gibi ‘tercih sizin’.

Crossing the Bridge ( İstanbul Hatırası )

Fatih Akın filmlerini nasıl bilirsiniz? Kendisi hakkında zannediyorum hemen herkesin farklı bir düşüncesi vardır. Benim kanaatimi soracak olursanız, Temmuzda filmi ile kendine has bir uslübü olduğunu kanıtlamış, Duvara Karşı ile kendi kafasındaki karışıklığı maalesef ki uluslararası arenada Türk insanını yanlış tanıtma adına dışa vurmuş genç bir yönetmen.Fatih Akın filmlerine belki de bu ve buna benzer bir kaç nedenle ön yargı ile bakmaktan kendimi alamıyorum.

Istanbul Hatırası filmini izlemeden önce de aklımda bu soru işaretleri mevcuttu. Ancak gelin görün ki, hala aklımdan çıkmayan altı çizili cümleleri ile film belki de bir döneme tanıklık etmesi ile kolay kolay zihinlerden çıkacağa benzemiyor. Ayrıca sahip olduğumuz kültürel çeşitliliğimize bizleri dahi hayran bırakıyor. Sanırım Amerika’nın oldukça dünyaya kapalı ve tekdüze yaşantısından sıyrılıp kısa süreliğine de olsa bu film bizlere nefes alma imkanı veriyor ve medeniyetimizle gurur duymamıza vesile oluyor.

'72 milletin geçtiği bir köprü olan Istanbul bu 72 milletin de tüm renklerini tüm seslerini kendinde birleştirmiş’ ana teması üzerine kurulu film daha ziyade bir belgesel tadında akıp gidiyor. Kimler yok ki filmde. Tarz olarak dünya görüşü olarak birbirinden bir o kadar farklı ama aynı zamanda her biri bu ülkenin ayrı birer güzelliği, vazgeçilmezi olan onlarca müzisyen. Baba Zula’dan Replikas’a, Duman’dan Erkin Koray’a, Ceza’dan Mercan Dede’ye, Roman müzisyenlerden Müzeyyen Senara, Orhan Gencebay’dan Sezen Aksu’ya kadar daha niceleri hepsi bu filmde bir aradalar. Kesinlikle izlenmesi gereken bir yapıt diye düşünüyor son söz olarak da sizlere filmden aldığım bir cümleyi aynen aktarıyorum: "Burda yaşıyorsan bazı şeyler kulağına zaten geliyor. Kulağını kapatsan bile her yerden bir ses geliyor."

Polis Filmi üzerine

Sokak ortasında cereyan eden bir kavga sahnesiyle açılıyor film. Ardından beyaz bir limuzinden çıkan beyazlar içinde eli asalı bir adamla, emekliliği yaklaşmış, babacan bir polisin diyaloğunu izliyoruz. Zannediyorum filmin bu en başındaki sevimli hali, kahramanımızın son dakikaya kadar kalbimizde destek bulmasına ve başına kötü bir şey gelmemesini dilememize vesile oluyor.Bir aksiyon filmi için belki de az hareketli sahneleri bulunan, duygusallığın daha ön planda olduğu, ancak bir o kadar da hayatın ta kendisi dedirten bir film polis.

Evvela kadrosuyla başlamak istiyorum söze. Oyunculuğu hakkında herkesin hemfikir olduğu Haluk Bilginer, tabiri caizse döktürüyor bu filmde. Üzerinde hem polis, hem baba, hem dede, hem bir kanser hastası, hem de kendinden hayli küçük bir kıza aşık ihtiyar tiplemesi var. Yan rollerin hepsi de güçlü oyunculardan müteşekkil. Hiç kimse filmde sırıtmıyor ve yapmacık durmuyor.

Film, bugüne kadar alışık olmadığımız bir usluba sahip. Filmin yapımcıları halkın dilinden konuşan, gündelik hayatı oldukça yakından tanıyan ve hatta bunu kendilerine misyon edinmiş bir grup sinema sevdalısı. Kendilerini tanımlarken 'bizler bir süredir Türkiye'deki televizyon kanallarına çeşitli 'is'ler yapan bir grup bir şeyiz. geçen yıllar içinde ziyadesiyle bunaldık. ve 'gerçekten iyi işler çıkarabilmek için' bir çeşit karşı-bunalım hareketi başlatmamız kaçınılmazlaştı. iste efLÂtunfilm, bu karşı-bunalım hareketinin yarattığı bir canavardır ve sadece 'sivil' işler yapmaya direnmek, yok eğer olmuyorsa kafasını duvarlara vura vura kan revân içinde geberip gitmek için kurulmuştur' ifadelerine yer veren bu eğitimli genç sinemacılar aynı sayfadan gelecek projeleri hakkında da ipuçları veriyorlar.Film baştan sona beni etkisi altına aldı diyebilirim.

Yukarıda da bir kaç kez ifade etmeye çalıştığım sokak insanına yakın bir duruşu olan film aynı zamanda bu toprakların kültürel değerlerine hem saygı duyuyor hem de tüm bu değerleri sahipleniyor. Örneğin filmin bir çok yerinde 'Hepimiz bir gün öleceğiz' , 'Öldükten sonra diğer tarafa gideceğiz' gibi ahiret inancının vurgulandığı, iki aylık ömrü kalan kahramanımızın soluğu camide aldığı ve diğer polis memuruna 'cumalarını aksatma' tenbihinde bulunduğu diyaloglar var. Hatta filmin bir sahnesinde de camiden duyulan Kuran -ı Kerim altyazı mealli olarak birdenbire karşımıza çıktığında irkiliveriyoruz.

Bu sözünü ettiklerim Türk Sineması'nda pek sık rastladığımız şeyler değil. Eşkıya filminde kültürümüzle yakından uzaktan alakası olmayan reenkarnasyon inancı işlenirken, diğer bir film Takva'da dans eder gibi zikir çeken insanları gördüğümüzde elbette ki rahatsızlık duyuyorduk. Hatta bundan bir önceki yazımda da O da Beni Seviyor filimnde Alevi kültürünün bu denli objektif bir şekilde ele alınmasından duyduğum memnuniyeti dile getirmiştim. Zira bir topluluğu anlatan bir film yapıyorsanız mutlaka o insanların da onayını almanız gerekiyor. Hatırlarsanız, Mustafa Altıoklar 'Istanbul Kanatlarımın Altında' filmini çektiğinde ne kadar çok tepki almıştı ama insanlara cevaben ' ben yeterince kaynaktan araştırma yaptım' deyip kestirip atmıştı. Kısacası benim bildiğim doğrudur mantığıyla çevrilir olmuştu Türk filmleri.Bu bağlamda, Eflatun Film'in sinemamıza yeni bir soluk getirdiği ve bundan sonra gerek yurt içine gerekse de yurtdışında ülkemizi ve insanımızı temsil adına önemli bir misyon yüklendikleri kanısındayım.

Filmin resmi web sayfası: http://www.polisfilmi.com/